• jack london'ın 1909 yılında yayınlanan muhteşem kısa öyküsü. varlık yayınlarının ateş yakmak adlı kitabında okunabilir.
  • memet fuat çevirisiyle:

    tom king son ekmek lokmasıyla tabağını temizledi, unlu salçaya bulanan ekmeği ağzına atıp yavaş yavaş çiğnedi; düşünceliydi. sofradan kalktığı zaman karnının doymamış olduğunu hissetti, canı sıkıldı. hem de sadece kendisi yemek yemişti. öbür odadaki iki çocuk, belki uykuda aç-lıklarını unuturlar diye erkenden yatırılmışlardı. karısı hiçbir şeye dokunmamıştı; sessizce oturmuş, onu seyrediyordu. aşağı tabakadan, zayıf, yorgun bir kadındı; yüzünde eski bir güzelliğin izleri yok değildi. salçayı yapmak için kullandığı unu karşı komşudan ödünç almıştı. son birkaç kuruşları da ekmeğe gitmişti.

    tom king pencerenin önündeki bir sandalyeye oturdu; her yanı ayrı oynayan sandalye ağırlığının altında inledi; tam bir alışkanlık içinde piposunu dişlerinin arasına sıkıştırıp elini ceketinin yan cebine attı. cebinde tütün olmadığını görünce kendine geldi, unutkanlığına canı sıkılarak piposunu bir yana bıraktı. hareketleri hantal denecek kadar yavaştı, adalelerinin ağırlığı altında eziliyormuş gibiydi. sağlam yapılı, abullabut bir adamdı; görünüşü pek öyle iç açıcı değildi. kaba elbisesi eskimişti, üstünden dökülüyordu. ayakkaplarının üstleri, koca pençelerini eskitene kadar dayanacağa benzemiyordu; pençeler de hani öyle pek yeni değildi ya, neyse. pamukludan yapılma, ucuz cinsinden, iki şilinlik gömleğinin yıpranmış yakalarında boya lekeleri görülüyordu.

    tom king’in neci olduğunu ilk bakışta belli eden, yüzüydü. uzun yıllar ringe hizmet etmiş, sonunda da dövüşken hayvanlarda görülen bütün izleri kendinde toplamış olan tipik bir profesyonel boksör yüzü. iyice tıraş olmuştu, bütün hatları kolayca seçiliyordu; karanlık bir havası vardı, yıkılan bir insanın yüzüydü bu. dudaklarının biçimi kalmamıştı, son derece haşin ağzı bir bıçak yarası gibiydi. çenesi kocaman, kaba, sağlamdı. göz kapakları şiş şişti, kalın, düşük kaşlarının altında, içeri çökük, hareketsiz gözleri bomboş bakıyordu. hayvan gibiydi tıpkı, en çok hayvanı andıran yeri de gözleriydi. uykulu uykulu bakan, aslanla-rınkine benzeyen, dövüşken hayvanların gözleri. kısa kesilmiş saçları, ta kaşlarının üstüne kadar yürümüştü; çarpık çurpuk kafasının girintileri, çıkıntıları hep belliydi. bütün bunlara, iki kere kırılmış, sayısız yumruk yiyerek ezilmiş olan burnunu, büyümüş, yayılmış, şişmiş kulaklarını da katarsanız yüzünün süsü tamamlanır; sakalı da, yeni tıraş edilmiş olduğu halde, derinin içinden görülüyor, yüzüne mavi siyah bir gölge veriyordu.

    kısacası, karanlık bir sokakta ya da ıssız bir yerde karşısına çıkanları kolayca korkutacak bir insan yüzü. ama tom king kötü bir adam değildi, hayatında hiç kötülük etmemişti. maçlarının dışında kimsenin canını yaktığı görülmemişti. hiç kavga etmezdi. o bir profesyoneldi, para kazanı-yordu bu yolda; bütün kavgacılığını maçlara saklardı. ringin dışında yumuşak başlı, ağır bir insandı; gençliğinde, paranın sel gibi aktığı günlerde, eli açık bir arkadaştı. kimseye kin gütmezdi; pek az düşmanı vardı. dövüşmek onun için bir meslekti. ringde karşısındakinin canını yakmak için vururdu, sakatlamak için, yıkmak için vururdu, ama kötülükle, kinle vurmazdı. bu basit bir iş meselesiydi. seyirciler onların birbirini dövmesini, yıkmasını seyretmek için toplanıyor, para veriyorlardı. yenen ödülün çoğunu alırdı. yirmi yıl önce woolloomoolloo gouger ile karşılaştığı zaman, tom king onun çenesinin newcastle’daki bir maçta kırılmış olduğunu, iyileşeli dört ayı geçmediğini biliyordu. o yüzden de hep çenesini kollamış, dokuzuncu rauntta yeniden kırmıştı; gouger’e karşı bir kötü niyeti yoktu, sadece karşısındakini yenip ödülün çoğunu almak istiyordu; kazanmanın en kolay, en kestirme yolu ise buydu. böyle yaptığı için gouger hiç kızmamıştı ona. bu bir oyundu, ikisi de biliyordu bu oyunu, bile bile oynuyorlardı.

    tom king konuşkan bir insan değildi; pencerenin yanında oturmuş, huysuz bir sessizlik içinde, ellerine bakıyordu. üstlerindeki damarlar genişlemiş, şişmişti; parmaklarının oynak yerleri ezilmiş, biçimsizleşmiş, yamru yumru olmuştu; kullanıldıkları işe uymuşlardı. hayatının, damar-larına bağlı bulunduğunu bilmiyordu, ama bu genişlemiş, fırlak damarların ne demek olduğunu biliyordu. kalbi büyük basınçlarla, onlara pek çok kan yollamıştı. artık eskisi gibi işlemiyorlardı. esnekliği kalmamış, gevşemiş damarlar insanı dayanıksızlaştırıyordu. o yüzden çabucak yorulur olmuştu. artık öyle yirmi rauntluk maçlar çıkaramıyordu; balyoz gibi yumruklarla, dövüş, dövüş, dövüş, gonktan gonga, fırtına gibi gittikçe açılarak, daha bir canlanarak; iplere düşüyorsun, sonra karşındakini düşünüyorsun iplere, en son rauntta, yirminci rauntta, iyice açılmış, büsbütün hızlanmışsın; bütün seyirciler ayağa fırlamış, avazı çıktığı kadar bağırıyorlar; sen atılıyorsun, vuruyorsun, dalıyorsun, sağnak gibi yağdırıyorsun yumrukları, karşıdan sağnak gibi yumruklar geliyor; ve kalbin durmadan genç damarlara dalga dalga kan yolluyor. şişen damarlar biraz sonra gene büzülür, daralıverirlerdi; ama her seferinde, gözle görülmeyecek kadar az da olsa, eskisine kıyasla birazcık daha genişlemiş olurlardı. ellerine, parmaklarının ezilmiş oynak yerlerine bakıyordu, bir an onların eski hallerini, gençliğindeki hallerini hatırladı; parmaklarının oynak yerlerini ilk olarak benny jones’un kafasında kırmıştı.

    açlığını yeniden duydu. boğulur gibi bir küfür savurarak koca yumruklarını birbirinin içinde sıktı, yüksek sesle:

    “bir kalem pirzola olsa bari!” diye mırıldandı.

    karısı özür diler gibi:

    “burke’e de gittim, sawley’e de,” dedi.

    “vermiyorlar mı?”

    kadın kekeledi:

    “zırnık bile vermiyorlar. burke dedi ki —” “ya gowan! o ne dedi?”

    “sandel’in bu gece sana ne yapacağını düşünüyormuş, üstelik hesabın da daha şimdiden epeyce yüklüymüş.”

    tom king homurdandı, ama cevap vermedi. gençliğinde bir köpeği vardı, melez bir buldok, onu düşünüyordu; hayvanı hep pirzolalarla beslerdi de... o zamanlar, bur-ke’ün kasap dükkânı ona çalışırdı; borca bir değil, bin kalem pirzola istese, hiç çekinmeden verirlerdi. ama her şey değişmişti şimdi. tom king yaşlanmaktaydı; ikinci sınıf salonlarda dövüşen böyle yaşlı boksörlere istedikleri kadar borç verilmezdi.

    sabah bir kalem pirzola isteğiyle uyanmıştı, o istek bir türlü yakasını bırakmıyordu. iyi hazırlanmamıştı bu maça. avusturalya’nın kurak yıllarından biriydi, hayat ateş paha-sınaydı, iş bulmak zordu. maça hazırlanmak için birlikte çalışacağı bir arkadaşı yoktu; iyi yemiyordu, ne iyisi, bazen yetecek kadar bile yiyemiyordu. birkaç gün amelelik etmiş, sonra onu da bulamamıştı; sabahın erken saatlerinde kalkıp parkta koşuyor, bacaklarını kuvvetlendirmeye uğraşıyordu. ama zordu bu işler, arkadaşı olmadan bir maça hazırlanmak çok zordu; hele besleyecek bir karın, iki de çocuğun olursa... sandel ile karşılaşacağı duyulunca bakkal kasap biraz daha kredi açmışlardı; pek az bir şey. gayety club’ın sekreterinden de avans almıştı; adam maçta kaybedecek olanın kazanacağı kadarını vermiş —daha ileri gitmemişti. arada sırada, eski arkadaşlarından birkaç kuruş koparırdı, kurak bir yıl olmasaydı daha çok da verirlerdi ama, o günlerde kendileri de kötü durumdaydılar. yok, saklamaya çalışmak boştu böyle bir gerçeği, bu maça gerektiği gibi hazır-lanamamıştı. daha iyi yemeliydi, üzüntüsü olmamalıydı. üstelik bir insan kırkına geldi mi, öyle yirmi yaşındaki gibi kolayca form tutamıyordu.

    “saat kaç, lizzie?” diye sordu.

    karısı sorup öğrenmek için dışarı çıktı, biraz sonra geldi.

    “sekize çeyrek var.”

    “birkaç dakikaya kadar başlar öyleyse. önce bir deneme maçı. sonra dealer wells’le gridley var, dört raunt; sonra da starlight’la, denizci midir ne, bir herif dövüşecek, o da on raunt. bir saatten önce gelmez benim sıram.”

    on dakikalık bir sessizlikten sonra ayağa kalktı.

    “doğrusunu söyleyeyim mi sana, lizzie, bu maça gerektiği gibi hazırlanamadım ben.”

    şapkasını alıp kapıya doğru yürüdü. kadını öpmeye davranmadı —dışarı çıkarken öpmezdi karısını, böyle bir alışkanlıkları yoktu— ama bu gece kadın onu öptü; sarıldı kocasına, eğilmesini bekledi, sonra da öptü. iri yapılı adamın yanında küçücük kalıyordu.

    “talihin açık olsun, tom,” dedi. “kazanman gerek.”

    “öyle, kazanmam gerek,” diye tekrarladı adam. “başka yolu yok. kazanmam gerek.”
    adam acı acı güldü; kadın bütün gücüyle sarılmıştı ona. karısının omuzlarının üstünden bomboş odaya baktı. bütün dünya malı buydu işte; kira zamanı da gelip geçmişti üstelik, ödeyememişti; bir de karısı vardı, iki çocuğu vardı. ve o evinden ayrılıp gecenin içine dalıyor, dişisine, yavrularına birer lokma et getirmeye gidiyordu —ama makinelerin başına koşan, gününün insanları gibi değil, eski, ilkel, dev insanlar gibi, hayvanlar gibi, dövüşmeye gidiyordu, ekmeği için dövüşmeye...

    “kazanmam gerek,” diye tekrarladı. sesinde bir kayıtsızlık vardı bu sefer.

    “kazanırsam, iyi para geçecek elime, bütün borçlarımı ödedikten sonra, gene epeyce bir şey kalacak bana. kaybedersem, hiçbir şey almayacağım, eve dönecek tramvay parası bile vermeyecekler. kaybedenin hakkını avans olarak aldım sekreterden. hadi eyvallah, şimdilik. kazanırsam doğru eve gelirim.”

    kadın arkasından bağırdı:

    “ben beklerim seni, yatmam.”

    gayety club tam iki kilometrelik yoldu, yürürken eski günlerini hatırlıyordu, el üstünde tutulduğu günleri - new south wales’in ağır sıklet şampiyonuydu - maçlara otomobille giderdi; çoğu zaman hayranları onunla gelir, otomobilin parasını vermek için yarışırlardı. bir tommy burns vardı, sonra o amerikalı jack johnson - onlar arkadan otomobilleriyle gelirlerdi. şimdi yürüyordu! maçtan önce böyle iki kilometre yol yürümenin iyi bir şey olmadığını herkes bilirdi. yaşlıydı artık, günü geçmişti, kimse bakmazdı günü geçmişlerin yüzüne. artık amelelikten başka bir işe yaramazdı, hatta kırık burnuna, şiş kulaklarına bakıp ona ameleliği bile çok görenler oluyordu. bir iş, bir sanat öğrenmediğine pişmandı. para kazanmanın başka yollarını bilseydi, bu duruma düşmezdi. ama kimse söylememişti, hatırlat-mamıştı bunu; hem söylemiş olsalardı da, dinlemezdi ki... ne kadar kolaydı o zamanlar. istediği kadar para - hep kazanılarak biten maçlar - aradaki dinlenme, avarelik günleri - her yerde karşısına çıkan şakşakçılar, omuz okşamalar, el sıkmalar, ona bir içki ısmarlamanın, onunla beş dakika konuşmuş olmanın şerefi peşinde koşan cicibeyler - ve en güzeli, haykıran kalabalık; kıvrılıp yere yıkılan boksörler; hakemin elini kaldırışı, “king kazandı”; adı ertesi gün bütün gazetelerin spor yazılarında.

    ne günlerdi onlar! ama şimdi anlıyordu; yaşlanmış, günü geçmiş boksörleri yenmişti hep. o gençlikti, yükseliyordu; onlar ise yaşlılardı, batıyorlardı. ne kadar kolay olmuştu, şaşmamak gerekti o kolaylığa - onların damarları genişlemiş, parmakları ezilmişti, kemiklerinde sayısız dövüşlerin yorgunluğunu taşıyorlardı. rushcutters bay’de, ihtiyar stowsher bill’i yenişini hatırladı; on sekizinci rauntta yenmişti; sonra bill soyunma odasında bir çocuk gibi ağlamış tı. kim bilir, belki evinin kirasını verememişti. belki evde karısı ile çocukları bekliyorlardı. belki de bill’in canı, o gün, maç günü, bir kalem pirzola istemişti de, onu bile bulamamıştı. bill sonuna kadar gitmiş, cezasına katlanmıştı. şimdi anlıyordu hepsini, aynı değirmen kendisini de öğütmüştü; yirmi yıl sonra anlıyordu, o gece stowsher bill çok daha önemli bir şey için dövüşmüştü; genç tom king gibi adını yükseltmeyi düşünmüyordu, alacağı ödüle kolay kazanılan bir para olarak bakmıyordu. soyunma odasında ihtiyar stowsher bill’in küçük bir çocuk gibi ağlamış olmasına şaşmıyordu artık.

    her neyse, bir insanın dayanabileceği maçların sayısı daha baştan bellidir. boksun değişmez bir yasası bu. bakarsın bir boksör yüz zorlu maça dayanır, bir başkası yirmiden ileri gidemez, herkesin kendi yapısına, kumaşının dokunuşuna göre, böyle belli bir maç sayısı vardır; o sayıyı aştı mı, tamam. doğrusu tom king pek çoklarını geride bırakmıştı bu bakımdan; dayanabileceği maç sayısını da çoktan aşmıştı; zorlu, yıkıcı maçlar geçmişti başından - öyle maçlar ki, kalbini, ciğerlerini çatlatırcasına yormuş, damarlarının esnekliğini yitirmiş, gençliğinin yağ gibi yumuşak adalelerini düğüm düğüm etmişti; sinirlerini, kuvvetini aşındırmıştı; sonuna kadar harcanan bir yılmazlığın, bir direnmenin verdiği yorgunluk, kemiklerini, beynini turşuya döndürmüştü. doğrusu herkesi geride bırakmıştı bu bakımdan. eski ring arkadaşlarından hiçbiri kalmamıştı ortada. eskilerin sonun-cusuydu. hepsinin yıkılışını görmüştü; bazılarını yıkanların arasında o da vardı.

    günü geçmişlerin karşısında denemişlerdi tom king’i de; birbiri ardına işlerini bitirmişti onların - gülerdi, ihtiyar stowsher bill gibiler soyunma odasında ağlarken, o gülerdi. şimdi kendi de bir günü geçmişti; gençleri deniyorlardı onun karşısında. ellerinde sandel diye bir herif vardı, yeni zelanda’dan gelmişti, getirdiği kâğıtlar, iyi bir boksör olduğunu gösteriyordu. ama avusturalya’da kimse tanımıyordu, bilmiyordu onu; bir görmek, denemek gerekiyordu; ihtiyar tom king’in karşısına çıkacak, denenecekti. eğer sandel kendini gösterebilirse, daha iyileriyle dövüştürülürdü, daha çok para kazanırdı; iş bu ilk denemede bir şeyler yapabilsin, zorlu maçlar çıkarabileceğini göstersin; sonrası kolay. her şeyini bu maçla kazanacaktı - para, zafer, meslek, hepsi bu maçın ucundaydı; tom king ise şöhrete, servete giden yolun başında, saçları kırlaşmış, yaşlı, yıkılmayı, parçalanmayı bekleyen bir engeldi. onun kazanacak hiçbir şeyi yoktu; sadece parayı istiyordu; ev sahibine, bakkala, kasaba borcunu verecekti. tom king bunları düşünürken, birden gençliğin biçimi canlandı gözünün önünde; sevinç içinde yükselen, yenilmez gençlik; adaleleri yumuşak, derisi ipek gibi, kalbi, ciğerleri yorulmamış, yıpranmamış; gayret denilen şeyin de sınırları olduğunu söyleyenlere gülüyor. doğru, her şey gençlikte. gençlik yıkıp geçiyor yaşlıları; ama bunu yaparken kendini de yıkmakta olduğunu anlamıyor. damarlarının genişlediğini, parmaklarının ezildiğini görmüyor; sonra birden karşısına gençlik çıkıyor. çünkü gençlik hep genç. yaşlanan, çöken sadece yaşlılık.

    castlereagh caddesine gelince sola saptı, üç sokak ilerdeki gayety club’ın önüne geldi. kapının dışında bekleşen mahalle çocukları ona saygıyla yol verdiler; birinin öbürlerine, “işte bu! tom king bu!” dediğini duydu.

    içerde soyunma odasına giderken, sekreterle karşılaştı; keskin bakışlı, cin gibi bir gençti sekreter; tom’un elini sıktı.

    “nasılsın, tom?” diye sordu. “demir gibi.”

    yalan söylüyordu, cebinde parası olsa, şu anda bir kalem pirzolaya yirmi lira verirdi.
    arkasında yardımcılarıyla soyunma odasından çıkıp sıraların arasındaki yoldan salonun ortasındaki dört köşe ringe doğru ilerleyince, bekleyen kalabalıktan alkışlar, çığlıklar yükseldi. sağdan soldan gelen selamlara karşılık vererek yürüdü; pek azını tanıyordu. çoğu küçük çocuklardı; şu dört köşe ringe ilk çıktığı günlerde belki de daha doğmamış olan çocuklar. yüksek düzlüğe sıçradı, iplerin arasından geçip köşesine gitti, portatif bir iskemleye oturdu. jack ball, hakem, gelip elini sıktı. ball ringden on yıl önce ayrılmış eski bir boksördü. king hakemin o olmasına sevinmişti. ikisi de günü geçmişlerdendiler. sandel’e şöyle çaktırmadan bir iki faul yapsa, ball görmezlikten gelirdi.

    gözü yükseklerde genç ağır sıkletler birer birer ringe çıkıyor, hakem de onları halka tanıtıyordu. onların adına meydan okuyordu.

    “genç pronto,” diyordu ball, “north sydney’den, maçın galibine meydan okuyor, ödülden başka beş yüz pound da kendi koyuyor.”

    seyirciler alkışlıyorlardı; derken sandel çıktı köşesine oturdu, onu da alkışladılar. tom king ringin öbür ucundan merakla bakıyordu; birkaç dakika sonra amansız bir savaşa girişeceklerdi; ikisi de bütün güçlerini kullanarak birbirini yere yıkmaya, bayıltmaya çalışacaklardı. ama pek bir şey göremiyordu; çünkü onun gibi, sandel’in de üstünde kazağı, ayağında pantolunu vardı. yüzü güzeldi; sarı bir saç kümesi alnında kıvrılmıştı; kalın, adaleli boynu vücudunun iriliğine, kuvvetliliğine işaretti.

    genç pronto önce bir köşeye sonra öbür köşeye gidip boksörlerle el sıkıştı, ringden indi. meydan okumalar devam ediyordu. gençler hep tırmanırdı bu iplerin arasından
    - tanınmayan, aç gözlü gençler, kazananla çarpışmaya hazır olduklarını, gerek kuvvet, gerek bilgi bakımından üstün olduklarını bütün insanlığa haykırırlardı. birkaç yıl önce, yenilmez olduğu günlerde, tom king bu yeni başlayanlardan bıkmıştı, alay ederdi onlarla. ama şimdi hayranlıkla seyrediyordu, gözlerinin önünden gençliğin hayali gitmiyordu. boks alanında bu gençler durmadan yükseliyor, iplerin arasından fırlayıp meydan okuyorlardı; günü geçmişler ise onların önünde durmadan eriyip gitmekteydiler. gençler günü geçmişlerin vücutları üstünde yükseliyor, başarıya ulaşı-yorlardı. hep geliyordu onlar, gittikçe artarak geliyorlardı - karşı konmaz, durdurulmaz gençlik - hep günü geçmişleri eziyorlardı; kendileri de yaşlanıyor, günleri geçiyor, aynı yollardan aşağı doğru inmeye başlıyorlardı; arkalarından, bütün ağırlıklarıyla, onları iten, zorlayan yeni gençler geliyordu - ölümsüz gençlik - yeni bebekler, hırsla büyüyor, yaşlıları alaşağı ediyorlardı; arkalarından başka bebekler geliyordu; zamanın sonuna doğru gidiyordu bu - isteğini nasıl olsa yerine getirecek olan gençlik, hiçbir zaman ölmeyecek olan gençlik.

    king gazeteciler locasına bir göz atarak, sportsman’den morgan ile referee’den corbett’e selam verdi. sonra ellerini ileri doğru uzattı; yardımcıları sid sullivan ile charley ba-tes eldivenlerini giydirip sıkı sıkı bağladılar; sandel’in yardımcılarından biri bütün bu işleri dikkatle seyretmekteydi, daha önce king’in parmaklarının üstündeki bandajları da yoklamıştı. onun yardımcılarından biri de sandel’in köşe-sindeydi aynı işi yapmak için. sandel’in pantolonunu çekip çıkardılar; ayağa kalktığı sırada, kazağını yukarı sıvamış, kafasından kurtarmak için çekiyordu. tom king baktı, kabarık göğüslü, güçlü kuvvetli, diri etli gençliği gördü; adaleleri sanki canlıydı, beyaz ipek gibi derisinin altında kayıyor, kıpırdanıyor, oynuyorlardı. vücudu hayat doluydu; uzun maçlara girmemişti daha; her yanı ağrımamış, tazeliğinin derisinden süzülüp gidişini duymamış, yıpranmamıştı; gençliğinin vergisini ödememişti; her girdiği maçtan biraz daha yaşlanarak çıkmamıştı.

    iki adam ortaya ilerlediler; gonk çalıp yardımcılar portatif iskemleleri katlayarak ringden aşağı atlayınca, ortada el sıkıştılar; bir anda kasılıp dövüş durumuna geçtiler. bu duruma geçmeleriyle sandel’in, yayından fırlayan bir ok gibi ileri atılması, üst üste iki giriş yapması bir oldu; gözlerin üstüne bir sol, kaburgalara bir sağ oturttu, bir tane de geri çekilirken yapıştırdı; ayaklarının üstünde dans ediyor, uzaklaşıyor, sonra korkunç bir şekilde ileri atılıyordu. çabuktu, akıllıydı. bütün bu hareketlerinin göz kamaştırıcı bir görünüşü vardı. seyirciler pek memnundular, çığlıklar atıyorlardı. ama king’in gözleri kamaşmadı. çok maç görmüştü o, çok genç görmüştü. bu yumrukları bilirdi, tehlikeli değildi bunlar, acelece, işgüzar yumruklardı. daha başlangıçtan işe girişmişti sandel. beklenirdi bu. gençlik böyleydi; bir isyan havası içinde, çılgınca saldırışlarla parlaklığını, eksiksizliğini harcardı; karşısındakini sınırsız kuvvetiyle, hırsıyla yıldırarak yenmek isterdi.

    sandel yerinde duramıyordu; orada, burada, her yerde; ayağına hafif, kanı kaynıyor; beyaz etten, zehir gibi adalelerden örülmüş, hayret verici, göz kamaştırıcı bir savaş makinesi; o hareketten o harekete geçiyor, binlerce hareket arasında uçan bir mekik gibi kayıyor, atlıyor; tek bir gayesi var, tom king’i ezmek, yıkmak, yoluna dikilmiş olan bu engeli aşmak. tom king sabırla dayanıyor. işini biliyor, gençlik elden gitti ama, gençliğin ne olduğunu öğrendi artık. karşısındaki bu hızla giderken yapacak bir şey yoktu; yorulmasını beklemek gerekiyordu; tom king bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan da gülümsüyordu; kafasının üst yanına kuvvetli bir yumruk yemek için, bile bile açık vermekteydi. kalleşçe bir işti bu yaptığı, ama boks kurallarına uygundu: insanoğlu kendi parmaklarını koruyabilecek kadar akıllıydı; karşısındakinin kafasının üst yanına vurup vurmamakta da serbestti; vurursa parmaklarının oynak yerleri kırılırmış, o kendi bileceği işti. king biraz eğilse yumruk boşa gidecekti; ama kendi gençlik dövüşlerini hatırladı, ilk oynak yerini benny jones’un kafasında kırışını hatırladı, eğilmedi. bu bir oyundu, oynamak gerekti. o yumrukla sandel parmaklarının oynak yerlerinden birini ezmişti. sandel aldırmazdı böyle bir şeye, şimdi aldırmazdı. devam edecekti buna, elinden geldiği kadar hızlı vurarak dövüşecekti, farkına bile varmayacaktı. ama sonra, uzun ring savaşları ağır basmaya başlayınca, onu ezdiğine pişman olacaktı; dönüp arkasına bakacak, hatırlayacak, tom king’in kafasında kırmıştım bunu, diye düşünecekti.

    ilk raunt bütün sandel’indi, fırtına gibi girişleriyle salonu çığlıklara boğmuştu. king’i bir yumruk yağmuru altında bunaltmış, king ise hiçbir şey yapmamıştı. bir kere bile vurmamış, sadece örtünmüş, kapanmış, yıkıcı bir yumruk yememek için kaçınmıştı. arada bir hücuma geçer gibi yapmış, yumruk yiyince sersemlemiş gibi kafasını sallamış, aptal aptal dolaşmıştı. sandel’in gençlik ateşi durulmalıydı önce, üstüne bir yorgunluk çökmeliydi; yaşlılık kendini biliyordu; ancak ondan sonra cesaret edecekti dövüşe girmeye. king’in bütün hareketleri yavaştı, metotluydu; şiş göz kapaklarının altından görünen cansız gözleri, ona yarı uykulu, şaşkın bir görünüş veriyordu. gene de her şeyi görürdü o gözler, yirmi yıldır ringde her şeyi görmeye alışmışlardı. öyle gözlerdi ki onlar, bir yumruğun önünde kırpılmaz, titremez, tam bir serinkanlılıkla onun gelişini, uzaklığını ölçerdi.

    birinci ravundun sonunda bir dakika dinlenmek için köşesine oturunca, ayaklarını uzattı, kollarını ringin iplerine bıraktı; yardımcıları onu serinletmek için havlu sallıyorlardı; nefes aldıkça göğsü, karnı derin derin şişip iniyordu. gözlerini kapamış, seyircileri dinliyordu. “niye dövüşmüyorsun, tom?” diye bağırıyorlardı. “ondan korkmuyorsun, değil mi, ha?” ön sıralardaki bir adam da, “adaleleri bağlanmış,” diyordu, “daha hızlı hareket edemez. bire iki koyarım sandel’e, hadi temiz para.”

    gonk çaldı, ikisi de köşelerinden kalktılar. uzaklığın dörtte üçünü sandel yürüdü, hemen başlamak istiyordu; king birkaç adım atıp onu bekledi. kuvvet harcamamak, gayesi buydu. iyi hazırlanmamıştı bu maça, yeteri kadar yememişti; her adımını hesaplı atmalıydı. üstelik iki kilometre de yol yürümüştü. ilk raundun bir tekrarı oldu ikincisi de; sandel bir fırtına gibi saldırıyordu; seyirciler üzgündü; tom king’in niye dövüşmediğini sorup duruyorlardı. o, bol bol numara yapıyor, bir iki hafif yumruk sallıyordu; bütün ravundu kapanarak, kaçarak geçiştirdi. sandel çabuk gitmek istiyordu, acele ediyordu; king ise kafasını kullanıyor, ona uymuyordu. ringin eskittiği yüzünde dalgın bir gülümseme dolaşıyordu; sadece yaşlılarda görülen bir kıs-kançlıkla kuvvetini harcamamaya bakıyordu. sandel gençti, gençliğin cömertliği ile harcıyordu kuvvetini. king ringin kurmayıydı; uzun, yorucu savaşlar görmüştü. tam bir serinkanlılıkla seyrediyordu sandel’i, gençlik ateşinin sönmesini, yorulmasını bekliyordu. seyircilerin büyük bir çoğunluğu, king’in işi bitmiş diye düşünüyor, bire üç koyuyoruz sandel’e diye bağırıyorlardı. ama akıllılar da vardı aralarında, king’in eski günlerini bilenler vardı, bu para kazanma fırsatını kaçırmıyorlardı.

    üçüncü raunt da öyle başladı, tek taraflı; oyunu sandel yürütüyor, sadece o dövüşüyordu. yarım dakika geçmişti ki sandel, aşırı derecede kendine güvenmeye başlaması yüzünden, bir açık verdi. o anda king’in gözlerinde ve sağ kolunda bir şimşek çaktı. ilk yumruğuydu bu -yakın bir yumruk, daha sert olsun diye kolunu kısmış, öne eğilmiş, vücudunun bütün ağırlığını vererek vurmuştu. uykulu uykulu dururken, pençesini şimşek gibi ileri uzatıveren bir aslana benziyordu. yumruğu çenesinin yanına yiyen sandel, koca bir öküz gibi yere yıkıldı. bir an seyircilerin gürültüsü bıçakla kesilivermişti sanki; bir saygı duydular king’e karşı, alkışlar başladı. adaleleri bağlanmış değildi bu adamın, balyoz gibi yumruk vuruyordu.

    sandel sersemlemişti. dönüp kalkmaya davrandı, ama yardımcılarının sayıların sonuna kadar kalkmamasını bağırmaları üstüne öylece durdu. bir dizinin üstündeydi, kalkmaya hazırdı; tepesinde durmuş kulağına saniyeleri sayan hakemi dinleyerek bekliyordu. dokuz deyince kalkıp dövüş durumunu aldı; tom king onun karşısında durmuş, bekliyor, yumruk çenesinin ucuna birazcık daha yakın gitmedi diye üzülüyordu. o zaman bal gibi nakavt olurdu; karısına, çocuklarına götürürdü paraları.

    üç dakika bitiyordu; raundun sonu yaklaşmıştı; sandel ilk olarak karşısındaki adama saygı duydu, kendini kollamaya başladı; king gene eskisi gibi yavaş hareketli, uykulu gözlüydü. raunt sona ermek üzereyken iplerin arasından içeri girmek için çömelmiş bekleşen yardımcıları görerek gongun vuracağını anladı, kendi köşesine doğru kaçtı. gonk vurunca, hemen iskemlesine oturdu; sandel ise ringin ta öbür ucundaki köşesine kadar yürümek zorunda kaldı. ufak şeylerdi bunlar, ama bu ufak şeyler üst üste konursa büyürdü, iş o ufak şeylerdeydi. sandel oraya kadar yürüyecek, enerji harcayacak, dinlenme dakikasının birkaç saniyesi de arada kaynayacaktı. her raundun başında king, köşesinden yavaşça kalkıyor, sandel’in kendisine kadar gelmesini bekliyordu. her raundun sonunda ise onu kendi köşesine doğru çekiyor, hemen iskemlesine oturuyordu.

    iki raunt daha geçti; onlarda da king ne kadar kuvvetini sakındıysa, sandel o kadar bol keseden harcadı. onun bu aceleciliği, maçı hızlandırmaya çalışması, king’i epeyce sarsıyordu, çünkü sağanak gibi yağan yumruklardan birçoğu yerini buluyordu. king her şeye rağmen, o inatçı yavaş-lığını bırakmıyor, genç seyircilerin maça girmesine, dövüşmesine, bağırmalarına hiç aldırmıyordu. altıncı rauntta sandel gene bir dikkatsizlik etti; king’in korkunç sağı, çenesine gene şimşek gibi oturdu; sandel gene dokuz sayılana kadar yerden kalkmadı.

    yedinci rauntta sandel de durulmuştu, hayatının en zorlu maçı olmuştu bu; kendini derleyip toparlaması gerektiğini anlamıştı. tom king çağı geçmişlerdendi, ama bugüne kadar karşılaştıklarının hiçbirine benzemiyordu -hep kafasıyla hareket ediyor, hiç kendini kaybetmiyordu; demir gibi yumrukları vardı, sağ sol demiyor, vurunca yıkıyordu. neyse ki, tom king’in öyle sık sık yumruk atmaya cesareti yoktu. parmaklarının ezikliğini unutmuyordu; o parmaklarla maçın sonunu bulabilmek için hiç boşuna yumruk harcamaması gerekti. köşesinde oturmuş, sandel’i seyrederek dinlenirken bir düşünce geçti kafasından; kendi bilgisiyle onun gençliği birleşse bir dünya şampiyonu çıkardı ortaya. asıl zorluk da bundaydı ya, bu ikisi kolayca bir araya gelmiyordu. sandel hiçbir zaman dünya şampiyonu olamayacaktı. bilgisi yoktu, gençliğini vererek satın alacaktı bilgiyi; bilgi ele geçince, bu sefer de gençlik elden gitmiş olacaktı.

    king bildiği bütün hilelere başvuruyordu. sarılma fırsatlarını hiç kaçırmıyor, çoğunda da tam sarılırken sandel’in göğsüne omuzu ile sertçe vuruyordu. ring kurtları bilirdi bunu, omuz vurmak can yakma bakımından yumruktan aşağı değildi, ona karşılık insan omuz vururken daha az enerji harcardı. sonra bu sarılmalarda king, bütün ağırlığını sandel’in üstüne veriyor, ayrılmak için de hiç acele etmiyordu. bu yüzden hakem işe karışmak zorunda kalıyor, daha dinlenme hilelerini öğrenmemiş olan sandel’in de yardımıyla, ayrılmalarını sağlıyordu. rüzgâr gibi kollarını, kıpır kıpır adalelerini kullanmadan durabileceklerden değil o; king omuz vurarak sarılıp kafasını onun sol kolunun altına sokunca, sandel dayanamıyor, sağ yumruğunu kendi belinin arkasından uzatarak king’in yüzüne vuruyordu; her seferinde yapıyordu bunu. akıllıca bir vuruştu; seyircilerin pek hoşuna gidiyordu; ama tehlikesizdi, o yüzden de boşuna harcanan kuvvet demekti. sandel yorulmak nedir bilmiyordu, kuvvetine sınır tanımıyordu; king ise sadece gülümsüyor, inatla dayanıyordu.

    sandel sıkı bir sağ yapıştırdı onun göğsüne; görünüşe bakarsanız, king’in epeyce canı yanmış olmalıydı; ama ring kurtları bu vuruşun yerini bulmasından bir an önce king’in sol eldiveninin, yumruğu sallayan kolun adalelerine, ustaca bir hareketle dokunduğunu gözden kaçırmadılar. doğru, yumrukların çoğu yerini buluyordu, ama her seferinde adalelere ufak bir dokunuş onların kuvvetini alıveriyordu. dokuzuncu rauntta, bir dakika içinde üç kere, king’in sağı çeneye oturdu; ve sandel üç kere bütün ağırlığıyla yere yıkıldı. her seferinde, dokuza kadar bekledikten sonra ayağa kalktı; biraz sersemliyor, uykudan yeni uyanmış gibi bakıyordu, ama kuvveti eksilmiyordu. baştaki hızı kalmamıştı, daha az yoruyordu kendini. yüzü asılmış, dövüşmesindeki neşe yok olmuştu; gene de sarsılmış değildi, gençliğine güveniyordu, onu besleyen kaynak gençliğiydi. king’in ise tecrübesi vardı. diriliği, kuvveti gittikçe azaldığı için, onların eksikliğini ustalığıyla örtmeye çalışmış, uzun dövüşlerden edindiği bilgiye, kuvvetini ayarlamaktaki hünerine güvenir olmuştu. sadece faydasız hareketler yapmamayı değil, karşısındakini yormayı da öğrenmişti. tekrar tekrar, ayak, el, vücut hileleriyle, çeşit çeşit çalımlarla, sandel’i kandırıp geri sıçratıyor, açık verir gibi yapıp boşuna saldırtıyor, oradan oraya koşturuyordu. king dinleniyordu, ama sandel’in dinlenmesine hiç göz yummuyordu. yaşlılığın stratejisiydi bu.

    onuncu ravundun başında, king onun saldırışlarını sol direklerle karşılamaya başladı; sandel de bir iki solla cevap verdi bunlara, sonra bir yolunu bulup king’in kafasına, yandan doğru, yakın bir sağ yerleştirdi. biraz yukarı gittiği için pek fazla bir etkisi olmadı ama, yumruğun oturduğu anda king’in beyninde o pek iyi bildiği kapkara şuursuzluk perdesi dolaşıverdi. bir an için, ya da bir andan bile daha küçük bir zaman aşımı için diyelim, tom kendini kaybetti. sandel ile arkasında görülen seyircilerin beyaz yüzleri yok oldu; sonra gene çıktılar ortaya. bir zaman uyumuş da uyanmış gibiydi; ama arada geçen şuursuzluk devresi öyle mikroskobik bir zamandı ki, yere düşmesine kalmamıştı. seyirciler sendelediğini, dizlerinin çözüldüğünü görmüşlerdi; sonra hemen kendini toparlayıp çenesini sol omuzuna eğmiş, iyice kapanmıştı.

    sandel birkaç yumruk daha yapıştırdı, king biraz şaşalamıştı; ama birden açılıp kendini korumak için bir yumruk da o yapıştırdı. sol göstererek yarım adım gerilemiş, aynı anda sağını aşağıdan yukarı doğru bütün gücüyle sallamıştı. öyle ölçülü bir yumruktu ki bu, kendisine doğru yarım adım ilerleyerek bir dalış yapmaya hazırlanan sandel’in tam suratının ortasını bulmuştu; adamın ayakları yerden kesilmiş, havada arkaya doğru kıvrılarak sırt üstü yıkılmış, kafası, omuzları mindere çarpmıştı. king fırsatını kollayıp bu yumruğu iki kere daha tekrarladıktan sonra açılıp hızlandı, birbiri ardına indirdiği yumruklarla sandel’i iplere sıkıştırdı. kendine gelmesine, toparlanmasına fırsat vermiyor, yumruk yumruk üstüne yağdırarak adamı eziyordu; seyirciler ayağa fırlamış, salon ardı arası kesilmeyen bir uğultuyla, çığlıklarla dolmuştu. ama sandel’in kuvveti, dayanıklılığı görülmemiş bir şeydi, bir türlü yere yıkılmıyordu. nakavt yüzde yüzdü, dövüşün gidişinden ürkmüş olan bir polis komiseri, ringin kıyısına çıkmış, maçı durdurmaya ha-zırlanıyordu. raundun sonunu bildiren gonk vurdu; köşesine doğru sendeleyerek yürüyen sandel, polis komiserini görünce, ona doğru gidip maçın durdurulmasına engel oldu; bir şeyim yok, demir gibiyim, diyordu. adamı inandırmak için, bir iki sıçradı; komiser ringden aşağı indi.

    tom king köşesinde kendini iplere bırakmış solumaktaydı; maçın durdurulmamasına üzüldü. durdurulmuş olsa, hakem onu galip ilan edecek, ödülü kazanmış olacaktı. sandel gibi, şöhret ya da bir meslek kazanmak için dövüşmüyordu; ödül için dövüşüyordu. şimdi şu bir dakikalık dinlenme zamanında sandel’in bütün yorgunluğu geçecek, gene eskisi gibi sağlamlaşacaktı.

    her şey gençlik için -bu söz geldi birden king’in aklına; onu ilk duyduğu geceyi hatırladı; stowsher bill’i yendiği gece. maçtan sonra king’e içki ısmarlayan cicibeylerden biri, omuzuna vurarak böyle demişti. her şey gençlik için! cici-bey haklıydı. yıllarca önce, o gece, king gençti. bu gece ise gençlik karşı köşede oturuyordu. kendisine gelince, yarım saattir dövüşmekte olan yaşlı bir adamdı. sandel gibi dövüşmüş olsa, on beş dakika bile dayanamazdı. işin kötüsü yorgunluğu geçmiyordu. gevşemiş damarları, sonuna kadar zorlanmış olan kalbi, rauntlar arasındaki birer dakikalık dinlenme zamanlarında yorgunluğunu silkip atamıyordu. üstelik daha başlangıçta bile yeteri kadar kuvveti yoktu. bacakları ağırlaşmış, kasılmaya başlamıştı. iki kilometre yol yürünmezdi maçtan önce. sonra sabah uyandığı andan beri yemek isteyip de bir türlü yiyemediği pirzola... kendisine borca mal vermeyen kasaplara karşı içinde müthiş bir nefret uyandı. yaşlı bir adamın böyle aç açına dövüşmesi kolay değildi. bir kalem pirzola neydi; hiç, birkaç kuruşluk bir şey; ama tom king için belki de bir ödül demekti.

    on birinci raundun başladığını bildiren gonkla birlikte sandel ileri atıldı; gerçekten sahip olmadığı bir canlılık gösterisi yapıyordu. king bilirdi bu numarayı; boks oyunu kadar eski bir hileydi. kendini kurtarmak için sandel’e sarıldı; sonra ayrılınca onun bir daha dalmasını sağladı. king’in istediği de buydu. bir sol göstererek yumruktan kurtuldu, yarım adım gerileyip yüzünün ortasına, aşağıdan yukarı doğru salladığı bir sağ ile sandel’i yere yıktı. bundan sonra da göz açtırmadı ona, kendi de epeyce yumruk yiyordu ama, sandel’i de sarsmıştı iyice; iplerin üstüne yatırmış durmadan eziyordu; o sarılmaya çalıştıkça, geri çekilip daha hızlı vuruyor, yere düşecek gibi olsa, tek koluyla koltuğundan kaldırıp bir yumrukta iplerin üstüne seriyor, bayıltmadan bırakmak istemiyordu.

    seyirciler çılgın gibiydiler, hepsi ondan yana olmuşlardı; aşağı yukarı herkes, “hadi, tom!” “ye onu, tom, ye onu!” “işini bitirdin, tom, dayan!” diye bağırıyordu. fırtına gibi bir nakavt olacaktı, seyirciler işte bunu görmek için para vermişlerdi.
    yarım saattir kuvvetini saklamış olan tom king, çıkarabileceği bu tek zorlu hücumda, bütün gücünü cömertçe harcıyordu. talihi buna bağlıydı; ya şimdi kazanacak ya da yenilecekti. içinin boşaldığını duyuyordu, bütün umudu gücünü son damlasına kadar harcamadan onu bayıltıp yere sermekteydi. vurmaya, zorlamaya devam ederken, tam bir serinkanlılıkla yumruklarının ağırlığını, yaptıkları zararı ölçerken, sandel’in kolay kolay nakavt olacağa benzemediğini düşünüyordu. gücü, dayanıklılığı sonsuzdu; gençliğin gücüydü, gençliğin dayanıklılığıydı bu. sandel yükselecek-ti. içi boş değildi. büyük boksörlerin yapısındandı.

    sandel sallanıyor, sendeliyordu; ama tom king’in de bacakları kasılıyor, ellerinin parmakları sızlıyordu. gene de kendini bırakmamaya, gevşememeye çalışarak sert yumruklar sallıyor, ezilmiş parmaklarının acısı her seferinde biraz daha artıyordu. hiç karşılık görmüyordu ama, o da san-del gibi erimekte, kendinden geçmekteydi. yumrukları yerini buluyorsa da, bir etkileri olmuyordu, içleri boşalmıştı; kollarını zorlukla oynatıyordu. bacakları kurşun gibiydi, ayaklarını yerde sürüyordu; sandel’in taraftarları onun bu halini görünce, sevinerek bağırmaya başladılar; kendi boksörlerini coşturmak istiyorlardı.

    king son bir gayret harcadı. arka arkaya iki yumruk salladı -midenin üstüne, biraz yukarı giden bir sol; bir de çeneye, yandan doğru bir sağ. yıkıcı yumruklar değildi bunlar, ama sandel öylesine boşalmış, aptallaşmıştı ki, kıvrılıp titreyerek yere yuvarlanıverdi. hakem tepesine dikilip kulağına saniyeleri bağırmaya başladı. on saniyede kalkmazsa yenilmiş demekti. seyirciler tam bir sessizlik içinde bekliyorlardı. king titreyen bacaklarının üstünde zor duruyordu. hiç geçmeyecekmiş gibi gelen bir sersemlik çökmüştü üstüne; seyircilerin yüzleri sağa sola, öne arkaya sallanıyordu; hakemin sesi ta uzaklarda bir yerlerden geliyordu. maçı kazandığına emindi. böylesine dayak yiyen bir adam doğrulamazdı artık, ayağa kalkamazdı.
    ama gençlik kalkıyor; ve sandel kalktı. dördüncü saniyede yüzükoyun dönüp ipleri tutmak için eliyle boşluğu yokladı. yedinci saniyede dizlerinin üstünde doğrulmuştu; kafası omuzlarından aşağı doğru, bir sarhoş kafası gibi sarkıyordu. hakem, “dokuz!” diye bağırınca, sandel ayağa kalktı; yiyeceği yumruklardan korunmak için sol kolunu yüzüne, sağ kolunu da midesine tutmuştu. can alıcı noktalarını böyle örterek, king’e doğru yaklaştı, ona sarılıp biraz dinlenmenin yolunu arıyordu.

    sandel ayağa kalkar kalkmaz, king üstüne atıldı, ama salladığı iki yumruk da kollarda kaldı. sandel hemen sarıldı ona; hakem zorlukla ayırdı ikisini. king de ayrılmaya çalışıyordu. gençlerin ne kadar çabuk kendilerini toparladıklarını biliyordu; maçı kazanması için ona toparlanmak fır-satını vermemesi gerekti. bir sıkı yumrukluk iş kalmıştı. sandel avucunun içindeydi, şüphesi yoktu buna. oyuncak gibi oynamıştı onunla, iyice dövmüş, boşaltmıştı içini. önünde sallanıyor, bir yumruk bekliyordu; yenilip yenilmemesi o yumruğa bağlıydı; şöyle istediği gibi bir vurabilseydi, hemen oracıkta kıvrılıp düşecek, maç da bitecekti. tom king bir kalem pirzolayı hatırladı; şu son yumruğu vurmadan bir kalem pirzola yemiş olsaydı... kendini toparlamaya çalışarak kolunu savurdu; ne ağırlığı kalmıştı yumruklarının, ne de hızı. sandel bir sarsıldı, ama yere düşmedi, iplere doğru sendeleyerek gitti, asılıp kaldı. king arkasından yürüdü, zor atıyordu adımlarını, yanına varınca üstüne yıkılır gibi bir yumruk daha savurdu. boşalmıştı artık. bulutlu bir karanlık arkasındaydı. çeneye savurduğu yumruk omuza gelmişti. o daha yukarı gideceğini sanmıştı ama, yorgun adaleleri onu dinlemiyorlardı. yumruğu atınca, tom king kendisi sarsılmıştı, az daha düşecekti. son bir gayretle savruldu. bu sefer savurduğu yumruk büsbütün boşa gitti; sandel’in üstüne düştü, sarıldı ona, bunu yapmasa yere yuvarlanacaktı.

    king kendini kurtarmaya çalışmıyordu artık. o atmıştı okunu. işi bitmişti. her şey gençlik içindi. orada, sandel’e sarılmış dururken, her geçen an onun biraz daha kendine geldiğini, kuvvetlendiğini hissediyordu. hakem ayırdı ikisini; işte gözünün önünde, gençlik doğruluyor, canlanıyordu. her an biraz daha kuvvetleniyordu sandel. önce zayıf, yumuşak olan yumrukları gittikçe sertleşiyor, ağırlaşıyordu. tom king’in donuk gözleri eldivenin çenesine doğru gelişini gördü, kolunu kaldırarak karşı koymak istedi. tehlikeyi görmüş, ne yapması gerektiğini kestirmişti, ama kolu pek ağırdı. sanki yüz kiloluk kurşun asılıydı ucunda. kalkmıyordu; bütün gücünü harcadı onu kaldırmak için. eldiven yerini bulmuştu. keskin bir patlama oldu, elektrik çarpmış gibi bir şey, o anda siyah bir örtü sardı her yanı.

    gözlerini açtığı zaman köşesindeydi, seyircilerin sahilde dalgaların çıkardığı gürültüye benzer bir sesle bağırmakta olduklarını duydu. ensesine ıslak bir sünger bastırılıyordu; sid sullivan yüzüne, göğsüne soğuk su serpiyordu. eldivenlerini çıkarmışlardı; sandel üstüne eğilmiş elini sıkmaktaydı. kendisini yenmiş olan bu adama karşı bir kızgınlık yoktu içinde; bütün kalbiyle sıktı onun elini, o kadar ki ezik parmakları acıdı. sonra sandel ringin ortasına yürüdü, seyirciler onu dinlemek için sustular; pronto’nun meydan okumasını kabul ediyordu, ödülden başka beş yüz değil, bin pound koyalım, diyordu. yardımcıları göğsünü, yüzünü kurulayarak, onu ringden inmeye hazırlarlarken, king çevresine boş boş bakıyordu. karnı açtı. herkesin bildiği açlık değildi bu, eriyordu sanki; midesinin içinde güm güm bir şey vuruyor, bütün vücuduna yayılıyordu. sandel’in bir yumruk bekleyerek sallanışını hatırladı. bir kalem pirzola bitirirdi bu işi! son yumruğu atmak için kuvveti kalmamıştı; o yüzden de yenilmişti işte. bir kalem pirzola yüzündendi hepsi.

    yardımcıları, iplerin arasından geçerken düşmesin diye, kollarından tutmak istediler. onların elinden kurtulup kendi kendine geçti iplerden, yardımsız geçti, ringden aşağı atladı, kalabalığı yarıp yol açan yardımcılarının arkasına takılarak ilerledi. soyunma odasından sokağa çıkarken kapının önünde duran bir genç ona laf attı.

    “avucunun içindeydi, niye nakavt etmedin sanki herifi?”

    “defol!” dedi tom king; merdivenleri inip kaldırıma çıktı.

    köşedeki içkili gazinonun kapıları ardına kadar açıktı; içerisi ışıl ışıldı; güler yüzlü garson kızlar görünüyor, maçı konuşanların sesleri geliyor, tezgâhın üstüne atılan paraların şıkırtısı duyuluyordu. birisi bir içki ısmarlamak için onu içeri çağırdı. bir an duraladı, sonra kafasını sallayarak yoluna devam etti.

    cebinde beş parası yoktu; eve gidene kadar yürüyeceği iki kilometrelik yol pek uzun görünüyordu gözüne. iyice yaşlanıyordu artık. parktan geçerken birden sıralardan birine çöktü; aklına maçın sonucunu öğrenmek için kendisini beklemekte olan karısı gelince, sinirleri gevşeyivermişti. bu bildiği bütün nakavtlardan daha beterdi, dayanamayacağı bir şeydi bu.

    bitkindi, hasta gibiydi; ezik parmaklarının acısı, bir yerde amelelik bulsa bile, bir hafta geçmeden kazma kürek tutamayacağını hatırlatıyordu ona. açlığın midesinde güm güm vuruşu dayanılmaz bir hale gelmişti. bu zavallılığı eziyordu, kahrediyordu onu; gözleri yaşlandı. avuçlarının içine aldı başını; ağlarken, stowsher bill’i hatırladı, yıllarca önce bir gece ona ettiğini hatırladı. zavallı ihtiyar stowsher bill! soyunma odasında bill’in niçin ağlamış olduğunu anlıyordu şimdi.

    (jack london - ateş yakmak, notos yayınları.)

    (bkz: öykü/#138069570)
hesabın var mı? giriş yap