12 entry daha
  • insanın doğasının çeşitli yönlerini ele alan jack london romanı.

    romanın ana karakteri humphrey van weyden, bir gemi kazasından sağ kalarak daha sonraları hayatını değiştirecek olan kaptan larsen'ın idamesi altındaki "hayalet" isimli gemi tarafından kurtarılır.

    anlatının baş karakteri humphrey van weyden, kaptanın emriyle gemide çalışmaya zorlanır. bir entelektüel olan van weyden, yabancısı olduğu bu yeni sınıfın da etkisiyle değişmeye başlar. burada insan doğasının iki ayrı kutbunu temsil eden iki karakter çıkar karşımıza. kaptan larsen (kurt larsen) şiddet dolu, uzlaşmayı sevmeyen, kendi bildiğini okuyan sert bir karakterdir. şiddet dolu çözümler üretir ancak aptal ya da cahil bir adam değildir. bütün hayatı gemilerde, ağır işlerde itilip kakılarak geçmiştir.

    van weyden ise kurt larsen'in aksine, hayatı boyunca fiziksel bir işte çalışmamış ve bedeniyle hiç para kazanmamış bir yazar ve entelektüeldir. oldukça kibar ve merhametli bir adamdır.

    o halde karşımıza şöyle bir manzara çıkar:

    kurt larsen: kavgacı, saldırgan, vicdansız.
    van weyden: barılçıl, kibar, merhametli

    aslında aslında bu iki karakter de aşırıdır. biri fazla sertken öbürü fazla yumuşaktır ve iki karakterin eleştirisi de bu zıtlık üzerinden yapılır. bu kitap martin eden'in öncüsü mahiyetindedir diye bir yorum yapsak fazla abartmış olmayız. zaten ikisi arasında beş sene gibi kısa bir süre vardır ve deniz kurdu daha önce kaleme alınmıştır.

    bu konuyu biraz daha derinleştirmek istiyorum çünkü kurt larsen'in karakterine biraz odaklandığımız zaman karşımıza nietzscheci bireysellik çıkıyor. şimdi kaptan larsen'in söylemlerine dikkatlice bakalım:

    "insan hayatı mı dedin? böyle basit insanlar için hayatın değeri ne olabilir ki? unutma... hayat sadece insanların kendisi için değildir. herkes kendi hayatının değerini bilmeli, ona göre davranmalıdır. insan kendisini kurtaramadıktan sonra, diğerleri ne yapabilir ki?"

    "biliyor musun hımbıl... insan ancak kendi kendine haksızlık eder. benim sana parayı vermem, kendime karşı bir haksızlık değil mi?"

    "yaşamak için başka yolumuz yok. unutma, kişi yaşamak için başkalarının hakkına el uzatabilir."

    "bay weyden, bu gemide patates soyup bulaşık yıkayarak iyice pişti." diye lafa girdi. "kendini kurtarmasını, ayakta durmasını öğrendi."

    "burada, bu kötü koşullarda herkes yabanileşmiştir. ama gene de , bu ortamda gerçek insanlar erdemlerini yitirmemişlerdir. bunları görebilmeniz yaşamınıza bağlı. lütfen bunu sağlamaya çalışın kendinize."

    -kaptan larsen'in kitap boyunca söylemleri bu şekilde devam eder. larsen eşitlik karşıtı, güçlü olanın haklı olduğu bir düşünceyi savunurken van weyden daha eşitlikçi bir idealizmi temsil eder. şimdi meseleyi biraz daha derinleştirelim.

    "öğleden sonra kaptan'ın kamarasını temizlerken başucundaki küçük bir kitaplıkta edebiyat, sanat, bilim kitaplarına rastladım ve çok şaşırdım. kamaradan çıkarken kaptan hakkındaki düşüncelerimde ne kadar yanıldığımı anladım ve ona paramın çalındığını söylemeye karar verdim."

    görüldüğü üzere van weyden, önceleri eşitliğin otorite tarafından tahsis edileceğini ve yasanın herkes için işleyeceğini düşünen idealist bir adamdır. bu yüzden de parasını çalan aşçıyı kaptan larsen'e şikayet etmekten çekinmez. ancak kaptan larsen onun bu şikayetini dikkate almaz ve aşçının ondan çaldığı parayı kumarda kazanır.

    bu noktadan sonra karşımıza değişimin ilk adımları çıkar. idealist bir vatandaş olan van weyden, artık insanın ancak kendi kendisinin koruyucusu ve var edicisi olduğunu anlayarak farklı bir yol izlemeye başlar.

    "kararımı verdim ve ben de bir gemici bıçağı alıp, elime soktum. o, bıçağını çıkarıp bilemeye başladığı zaman, ben de bıçağımı çıkarıp bilemeye koyuldum. iki saat sonra aşçıbaşı aniden elindeki bıçağını ve bileği taşını yere bırakarak elini bana uzattı:

    -bu adamlar birbirimizi bıçaklamamızı bekliyorlar. onlara bu fırsatı vermeyelim. sen aslında iyi birisin..."

    aslında jack london burada bize bir miktar nietzscheci olmanın faydalı olabileceğini anlatmak istiyor. zaten kendisi de böyle bir adamdı. bugün bile okunan çok katmanlı romanlar yazmayı başarmış bir adam olduğu halde, ringe çıkıp insanlarla yumruk yumruğa kavga edebiliyordu. zihnen de bedenen de savaşa hazır bir adamdı ve onun idealize ettiği kişiler de böyleydi.

    şimdi de neden van weyden ile martin eden arasında bir benzerlik ve zıtlık olduğundan bahsetmek istiyorum.

    okuyanlar hatırlayacaktır; martin eden entelektüel olmaya çalışan cahil bir gençken, van weyden cahil ve de saldırgan olmaya çalışan bir entelektüeldir. ikisinin de ortak noktası şudur; değişmek ve eksiklerini kapatmak. bu hikayede de van weyden gemide bulunduğu süre boyunca hayatın başka yönlerini ve dinamiklerini keşfeder.

    martin eden ayrıca bireyciliğin bir eleştirisini sunar, ancak onun adını taşıyan yazar-kahraman, daha muğlak ve sempatik bir karakter olarak ortaya çıkar.

    aslında burada martin eden ile arasında bağlantı kurmamız gereken kişi de kaptan larsen'in kendisidir. larsen'in aksine eden, sosyal etkileşimlerinde cömert ve hayırseverdir, ancak nietzscheci düşünce biçimi, kendisini depresyona, yalnızlığa ve sonunda intihara yol açan ciddi bir entelektüel hastalık olarak gösterir.

    bana sorarsanız larsen ile eden'ın işini nietzscheci bireysellik bitirdi.

    şunu da eklemek gerek. jack london romanlarında "self made man" karakterler sıkça görülür. karakter; kendini aşabilmek için gözlemler, öğrenir ve uygular. karakter bir olayda kırılma anı yaşayıp değişmekten ziyade, her bölümde ince ince budanarak yeni bir şekle sokulur.

    "böyle düşünüp dururken, bir de baktım ki, üstümdeki giysiler kuruyuvermiş. evde olsam bunları hemen çıkarmazsam üşütüp hastalanabilirdim. demek ki güç koşullara alışmıştım. insanoğlunun en önemli özelliği buydu işte."

    van weyden, savaşmayı öğrenen bir entelektüelken martin eden entelektüel olmaya çalışan bir cahildir. aynı zamanda sınırlarını keşfeder ve hatta düşündüğünden daha çetin bir yapıya sahip olduğunu anlar. hikayenin birinde kan mürekkebe galip gelirken bir diğerinde mürekkep kana galip gelir.

    zaten van weyden, kitabın sonunda bu değişimi bizlere kendi ağzıyla itiraf eder.

    "yanılıyor muyum yoksa?" diye mırıldandım. "hayalet'e rastlamadan önce, ben kendimi hayatın monotonluğuna kaptırmış, işinden başka bir şey düşünmeyen bir yazardım. ama şimdi özveri, koruma hissiyle doluyum. içimde bir sevgi var. yoksa bana bu güzel duyguları burasının vahşi havası mı duyurdu?"

    "daha yakından gördüm, tanıdım, acılarına ortak oldum, onlara daha bir yakınlaştım. evet, kaptan larsen çok haklı. değiştim ben!"

    o halde daha önce de dediğimiz gibi; bu bir değişim hikayesidir ve fazla bireyci veya fazla idealist olmanın zararları üzerine odaklanır. esasen bir denge kurmak ve ihtiyaç anında kılıç çekmeyi bilen bir entelektüel olmak gerektiğini bizlere anlatır.

    okunmasını şiddetle tavsiye ediyorum.
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap