• zamanının ötesinde ve survival öğelerinin ağırlıkta olduğu, yer yer the walking dead izliyormuş hissi uyandıran jack london kitabı. bu kadar kısa ömre bu kadar güzel kitapları sığdırması çok güzel.
  • pandemi, maymun çiçeği ve bir o kadar enteresan hastalığın dünyada egemen olduğu bir hayat yaşıyoruz.

    (bkz: jack london) bu kitabı yazarken 100 yıl sonrasına dair ütopik dünyasında bugünü anlatmış. kitabı okumaya başladığımda hüzünlenirken kafam da karıştı... insan, dünyanın başına gelmiş en kötü varlık sanırım.
  • içinde bulunduğumuz günlerdeki koronavirüs salgınından sonra okumanın insana tuhaf bir korku hissettirdigi ve jack london'ın ne denli öngörü sahibi bir yazar olduğunu gösteren ütopik öyküsü.

    iş bankası kültür yayınları baskısının çevirmeni levent cinemre'nin, kitabın sonuna iliştirdiği sonsöz niteliğindeki minik bir yazısı vardır. hiçbir pandeminin kızıl veba'nın yaptığı gibi uygarlığımızı çökertmeyeceğini umalım der yazısının sonunda, umarız ki o gün hiçbir zaman gelmez.
  • jack london anlatımı sade ve kolay okunan bir yazar kızıl veba, vahşetin çağrısı, beyaz diş hepsi doğa insan temalı konular üzerine oldukça hoş kitaplar kolay okunan sürükleyici hikayeler
  • zombi ve hastalık temalı birçok kitap, oyun ve içerik tükettim, last of us oyununu kaç defa bitirdiğimi hatırlamıyorum bile, last of us oyununda üniversite bölümü var, kitabın içinde bu bölümle çok benzer bir bölüm var, okurken bayağı şaşırtıyor, birçok hastalık temalı oyun bu kitaptan esinlenmiş gibi hissettiriyor
  • 2013 yılında patlak veren bir salgını ve sonrasında insanlığın nasıl yok oluşun eşiğine geldiğini anlatan kısa roman, ya da uzun öykü.

    metnin 1912 yılında yazıldığını ve yazarın 1916 yılında öldüğünü göz önünde bulundurursak eserin epey başarılı olduğu iddia edilebilir.
    yazarın referans alabileceği veba salgınları elbette var fakat bu ölçeğe en yakın salgın denebilecek kara vebanın 1350'li yıllarda olduğunu; o günden yirminci yüzyılın başına kadar insanlığın dönüşümünü ve daha yakın zamandaki veba salgınlarının çok daha küçük ölçekli ve yerel kaldığını düşünürsek eserin başarısı daha da anlaşılabilir olacaktır.

    gelelim metne. kitabın en düşündürücü kısımlarından birisi profesör'ün sadece ona kadar sayabilen torunlarına onluk sayı sistemini açıklamaya çalışmasıydı. ilk bakışta çok basit gibi görünse de, sadece on parmağını sayabilen insanlara milyarı açıklamak zor bir iş. bahsi geçen kısmı olduğu gibi alıntılıyorum:

    ——alıntı——
    “ondan fazlasını sayamadığınızı biliyorum, o yüzden açıklayayım. iki elini de kaldır. toplam on parmağın var. güzel. şimdi yerden bir kum tanesi alıp hoo-hoo'ya veriyorum." kum tanesini oğlanın avucuna bırakıp konuşmaya devam etti. "şimdi şu kum tanesinin on tane parmak ettiğini düşünün. bir kum tanesi daha ekliyorum. on parmak daha etti. bir tane daha ekliyorum, sonra bir tane daha, ta ki edwin'in toplam parmak sayısına erişine dek. buna yüz diyoruz. bu sözcüğü unutmayın: yüz. şimdi bu çakıltaşını alıp tavşan-dudak'ın avucuna koyuyorum. bu taş on kum tanesi, diğer bir deyimle on tane on parmak ya da yüz adet parmak etsin. şimdi on tane çakıltaşı koyuyorum. bunlar bin parmak yerine geçiyor. bir tane midye kabuğu alıyorum, bu da on çakıltaşı etsin ya da diğer bir deyimle, yüz tane kum tanesi ya da bin tane parmak..." bu şekilde sebatla yinelemeye devam ederek, çocukların zihninde kabataslak bir sayı sistemi inşa etmeye çalıştı. miktar arttıkça, oğlanlar ellerinde farklı büyüklüklerde başka nesneler tutmaya başladı. sayılar büyümeye devam ettikçe, ihtiyar adam simge olarak kullandığı yeni nesneleri, denizin kıyıya sürüklendiği bir kütüğün üzerine dizdi. fakat yeni simge bulmak zorlaşmıştı, milyonu sembolize etmek için kafataslarından sökülmüş dişleri, milyar içinse yengeç kabuklarını kullanmaya mecbur kaldı. sonra o noktada durdu çünkü oğlanlar yorgunluk emareleri göstermeye başlamıştı.”
    can yayınları, 6. basım, sayfa 26

    ——alıntı——

    üniversite nedir? hayatında hiç okul görmemiş bir avcı-toplayıcıya üniversiteyi nasıl anlatırsınız? üniversitenin amacı nedir? jack london salgından önce ingiliz edebiyatı profesörü olan ana karakterin ağzından üniversiteyi “genç kadınlara ve genç erkeklere düşünmeyi öğreten yer” olarak açıklıyor.
    şöyle bir düşündüm, üniversitenin en doğru tanımı bu olmalı. ideal bir sistemde düşünmeyi öğrenme işini üniversiteye gelmeden halletmemiz gerekse de hem bu tanımın yüz küsür yıllık olduğunu, hem de günümüzde üniversitelerin halini göz önünde bulundurarak mükemmele yakın bir tanım diyebiliriz.
    sahi, ülkemizdeki iki yüzden fazla üniversitenin kaçı insanlara nasıl düşüneceğini öğretebiliyor? beş, hadi on olsun. ilgili kısmı metinden alıntılıyorum:

    ——alıntı——

    "babanın sana yüzme nasıl öğrettiğini anımsarsın." oğlan onu başıyla onayladı. "işte biz de california üniversitesi'nde -o evlere böyle diyorduk- genç erkeklere ve kadınlara nasıl düşüneceklerini öğretiyorduk, tıpkı az önce kum taneleri, çakıltaşları ve kabuklarla size o zamanlar ne kadar insan yaşadığını hesaplamayı öğrettiğim gibi. öğretecek çok fazla şey vardı. eğitim verdiğimiz bu genç erkeklere ve kadınlara öğrenci derdik. öğretme işini büyük salonlarda yapardık. aynı anda kırk ya da elli kişiye bir şeyler anlatırdım, şu an size anlattığım gibi. onlardan önce doğmuş, hatta kimi kez onlarla aynı dönemde yaşayan insanlar tarafından yazılmış kitaplardan bahsederdim...
    can yayınları, 6. basım, sayfa 28

    ——alıntı——

    öte yandan, gayet anlaşılır bir şekilde, 1912 yılında yapılmış 21. yüzyıl tasvirinde belirli noktaların ciddi sapması da dikkate değer bir konu.
    ilk olarak hava taşımacılığıyla başlayalım. yirminci yüzyılın başından yüz yıl sonrasını öngören herkes gibi jack london da zeplinlerin hanedanının devam edeceğini öngörmüş. hindenburg'a kadar neredeyse herkesin paylaştığı bu düşüncenin boşa çıktığını görüyoruz. ilaveten, 2013 yılında uçakların saatte 200 km hızla hareket ettiğini ve bunu 300 km'ye çıkarmak için çalışmaların devam ettiğini de gene metinden anlıyoruz. ilgili kısımları can yayınları'ndan çıkan şirin etik çevirisinden olduğu gibi alıntılıyorum:
    ——alıntı——
    o zamanlar san francisco'da dört milyon insan yaşıyordu. şimdiyse, tüm şehirde ve kırsalda toplasan kırk kişi yok. orada, denizde ise gemiler olurdu, sürekli golden gate'e girip çıkan gemiler görülürdü.
    gökyüzünde de hava araçları, zeplinler ve uçan makineler vardı. saatte iki yüz kilometre yol alabilirlerdi. new york ve san francisco arasındaki posta taşımacılığı anlaşmasına göre, beklenen asgari hız buydu.
    genç bir adam vardı, bir fransız, adını unuttum, üç yüz kilometreye çıkmayı hedefliyordu fakat bu çok tehlikeliydi, bilhassa da tutucu insanlar için. ama adamın tuttuğu yol doğruydu, büyük salgın patlak vermese bunu başarabilirdi de. ben küçük bir oğlanken ilk uçakların havalanışını anımsayan insanlar vardı, ben ise son uçağı gördüm, altmış yıl önce."
    can yayınları, 6. basım, sayfa 19
    ——alıntı——

    burada önemli nokta şudur: insanlık binlerce yıl boyunca karada at ve katır gibi hayvanların, denizlerde de akıntı, kürek ve rüzgarın insafına kalmıştı. daha hızlı ulaşım on sekizinci yüzyılın sonlarına, hatta 19. yüzyılın başına kadar, mümkün olmayacaktı. fakat bu bağlamda binlerce yıl ilerleme kaydedemeyen insanlık, saatte 8 km hızla giden ilk ticari buharlı gemiden ilk jet uçak heinkel he 178'e kadar yaklaşık 132 yıl bekleyecekti (1807 - 1939).
    bu akılalmaz dönüşümün ortasında, jack london 21. yüzyılın başında uçakların saatte 200 km hızla uçacağını ve 300 km için çalışmaların sürdüğünü öngörüyor.
    benzer şekilde aldous huxley'de cesur yeni dünyada saatte bin iki yüz km hızla giden roketler tasvir ederek, bu hayranlık uyandırıcı dönüşümü ıskalıyor, detaylı açıklama için (bkz: brave new world/@lyonais).
    bu iki örnek, bahsi geçen dönüşümün ne kadar hayret verici ve öngörülemez olduğunu düşünmek için değerli bir fırsattır.

    ikinci olarak nüfusa bakalım. london dünya nüfusunu inanılmaz bir doğrulukla tahmin ediyor. sekiz milyar eşiğinin 2010'da aşılacağını öngören yazar yalnızca 12 yıl sapmış. fakat kıta ve şehir nüfusları o kadar başarılı tahmin edilememiş. 2013 yılında londra'nın chicago'dan sonra en kalabalık ikinci şehir olacağı öngörüsü sapmış örneğin. benzer şekilde, london 2000 yılında avrupa'nın nüfusunun bir buçuk milyar olacağını öne sürerken gerçek rakam 750 milyon civarında kalmış. paragrafı olduğu gibi alıntılıyorum:

    ——alıntı——
    "yeryüzü tıka baka insan doluydu. 2010'daki sayıma göre, dünya nüfusu sekiz milyara yani sekiz yengeç kabuğuna, evet sekiz milyara varmıştı. bugünkü gibi değildi. insanlar yiyecek bulma konusunda daha çeşitli yöntemlere sahipti. yiyecekle beraber insan nüfusu da artmıştı. 1800 yılında, sadece avrupa'da yüz yetmiş milyon insan yaşıyordu. yüz yıl sonra, yani bir kum tanesi kadar yıl geçtikten sonra hoo-hoo, evet yüz yıl sonra 1900'de, avrupa'da beş yüz milyon insan vardı ve bu da beş kum tanesi ve bir diş eder hoo-hoo. kısacası gıdaya erişim kolaylaştıkça insan sayısı da artmıştı. 2000 yılına gelindiğinde, artık avrupa nüfusu bir buçuk milyara ulaşmıştı. dünyanın diğer yerlerinde de durum aynıydı. kızıl ölüm gelmeden önce yeryüzünde sekiz yengeç kabuğu kadar, yani sekiz milyar insan yaşıyordu.”
    can yayınları, 6. basım, sayfa 27

    ——alıntı——

    eser boyunca jack london insanın doğasına, vahşet dürtüsüne dair güzel çıkarımlarda bulunuyor. örneğin, 23. sayfada şöyle diyor: “insanlık, medeniyete giden yoldaki kanlı tırmanışına başlamadan evvel karanlığın ilkelliğine gitgide daha çok gömülmeye mahkumdur. sayıca çoğaldığımızda ve hepimiz için yeterli yer olmadığını hissettiğimizde birbirimizi öldürmeye başlayacağız.”
    toparlamak gerekirse, kızıl veba post-apokaliptik dünyaya biraz felsefi bir yerden yaklaşan önemli bir eser. ben beğendim, üzerine düşünmeye ve yazmaya kesinlikle değer.
  • chatgpt'den kitap için bir özet yazmasını istedim. kitabın konusunu güzelce özetlemiş. pek spoiler sayılmaz, gene de spoiler içine aldım.

    --- spoiler ---

    kızıl veba kitabı, jack london tarafından 1912 yılında yazılmış bir kısa romandır. kitap, 2013 yılında dünyayı etkisi altına alan ve insan nüfusunun büyük bir kısmını yok eden bir salgının ardından geçmektedir. kitabın ana karakteri james howard smith adında yaşlı bir adamdır. smith, torunu edwin ve diğer hayatta kalanlarla birlikte kaliforniya'da bir ormanda yaşamaktadır. smith, salgından önceki dünyayı ve insan medeniyetini torununa anlatmaya çalışırken, kitapta insanlığın geçmişi ve geleceği arasındaki kontrast vurgulanır. kitap, insanlığın doğa karşısındaki güçsüzlüğünü ve uygarlığın ne kadar kırılgan olduğunu gösteren bir distopya olarak değerlendirilebilir.
    --- spoiler ---
  • jack london'ın tek oturuşta bitirebileceğiniz post-apokaliptik kurguya sahip eseri. dünyanın medeniyeti bir kenara bırakmak zorunda kaldığı, vahşi bir salgının gölgesinde avcı-toplayıcı hayata adapte olmuş, bir nevi insanlığın kendini yeniden yarattığı ilk yaratılış sürecini anlattığı, sade bir olay örgüsüne sahip kitabı. ister istemez geride bırakılan pandemi sürecinin ortaya çıkardığı yıkım ile gerçek anlamda empati kurmamızı sağlayan, içinde ki diyaloglar ile sizi ürperten, kısa fakat uzun uzun düşündürücü bir eser. london her kurgusunda başka bir yazar okuyormuş gibi hissettiriyor okuyucuya.
  • 1 günde bitirdiğim, o tarihlerde (1912) ne hayal gücü dedirten bir eser.

    tahminlerinin bazılarının ne kadar doğru olduğunu okurken göreceksiniz. kitabı okurken film izliyormuşum gibi arka planda hayal gücüm yaşattı hikayeyi.

    bu kitap yazılırken 1300’lü yıllarda yer alan kara veba harici bir hastalığa denk gelmemiş yazar. dolayısı ile hayal gücü budur dedirtiyor yazar.

    edit : ispanyol gribi 1918 yılında başladı diye biliyorum. dolayısı ile yazar yazarken pandemi olmadığı için hayal gücünü konuşturmuş ifadesi geçerli.
  • ilk olarak 1912 yılında yayımlanan ve 1915 senesinde kitap olarak basılan bir jack london kitabı. buna ek olarak, daha sonraları "post-apocalyptic fiction" olarak anılacak olan ve dilimize kıyamet sonrası edebiyatı çevrilen türün ilk örneklerinden ve kurucu metinlerinden biridir. bizleri bir arada yaşatan şey uygarlıktır. o çökünce herkes kendisi için yaşamaya başlar. "kızıl veba" ise uygarlık ortadan kalktığında neler olabileceğine dair yazılmış alternatif bir senaryodur.

    bu kitap jack london'ın üst düzey işlerinden biridir ve onun neden büyük bir yazar olduğunun gerekçelerindendir. daha önceleri burada jack london'ın 1910 senesinden sonra iyi işler için çabalamayı bıraktığını söylemiştik. ancak bu ve bunun gibi birkaç kitabı daha, jack london'ın ölmeden önce son bir gayretle bıraktığı kaliteli işler arasına girmeyi başarır.

    kızıl veba gerçekten de çok katmanlı bir metin, bu yüzden burada kitabın özetini paylaşmak gibi bir gerzeklik yapmak istemiyorum. olay örgüsü hakkında kısa bir bilgi verip kitapta beni büyüleyen hususlara geçmek istiyorum.

    bütün kitap bir zamanlar her şeyin yolunda olduğu bir dünyada ingiliz edebiyatı profesörü olarak hayatını devam ettiren ancak daha sonra tüm dünyayı esir alan "kızıl veba" isimli hastalıktan bağışıklığı olduğu için sağ kurtulan profesör james howard smith isimli baş karakterin torunları ile arasında geçen birkaç saatten ibarettir.

    şimdi size göstermek istediğim ve benim ziyadesiyle ilgimi çeken bazı şeyler var. ilk olarak aşağıdaki alıntıyı okumanızı rica edeceğim.

    "ihtiyar lafları ağzında gevelemeye devam ederken uzun zamandır onun bu tür boşboğazlıklarına alışmış olan, ayrıca kullandığı sözcüklerin önemli bir kısmını da bilmeyen oğlan hiç aldırmadı. adamın kendi kendine konuşması devam ettikçe kullandığı dilin yapısının ve sözcük seçiminin giderek düzgünleştiği görülüyordu. oysa oğlanlara hitap ederken kullandığı dil, çoğunlukla onların kaba saba, basit diline benzemekteydi."

    jack london için edebi bir deha dememek çok zor. şu pasaja bakın, adam olası bir salgın durumunda eğitimin sekteye uğrayacağını, doğada hayatta kalmaya çalışan insanların geçmiş enformasyondan yoksun kalacağını, bu mahrum kalmanın dile ve daha genelde toplumun yapısına tesir edeceğini düşünmüş ve kurguya buna göre bir yol vermiş.

    şimdi size muazzam bir detay göstereceğim.

    kamp yerindeki çocuklar "kızıl" kelimesinin ne anlama geldiğini birbirlerine sorarlar. kelimenin ne anlama geldiğini öğrenince de neden kızıl kelimesi yerine kırmızı denilmediğini sorar. çocuklardan biri, "kırmızı, kırmızıdır. öyle değil mi?" diye homurdanır. daha sonra da "ne diye ukalalık yapıyorsun o zaman, ne diye kırmızıya kızıl diyorsun?" der. bir şeyin birden fazla adının olmasını veya aralarında ince farklar olan şeylerin dile getirilmesini saçma bulurlar. şimdi bu da bizi şöyle bir detaya götürüyor.

    ludwig wittgenstein bizlere "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" der. aynı şekilde barry sanders "öküzün a'sı" isimli kitabında bizlere saldırganlık ile yazılı kültür arasındaki ilişkiyi açıklar. bunu yaparken de okuma yazma oranlarını referans alır.

    "oğlanlar, yaban hayatın acımasızlığı dışında bir mizaha sahip olmayan gerçek yabanilerdi."

    bahsi geçen oğlanların mizah anlayışı bile değişmiştir. daha şiddet dolu şakalardan ve davranışlardan zevk almaya başlamışlardır. bununla birlikte, bu oğlanların dünyası da dil becerileriyle birlikte oldukça kısıtlıdır. itirazda bulunan bulunan çocuklar, her rengin yalnızca bir adı olması gerektiğini düşünmüştür. bu da onların dünyasının sınırlarının ne derece daralıp köreldiğini bizlere ispat gösterir. torunlardan biri tartışmanın ortasında "eğitim nedir?" diye sorar. o sırada orada bulunan torunlardan biri "kırmızıya kızıl demektir." diyerek bu soruyu soran kişiyi alaya alır.

    şimdi size ilginç bulduğum bir başka detaydan bahsetmek istiyorum. oğlanlar yeri kazarken tesadüf eseri üç kişinin kalıntılarını bulurlar ve bu iskeletleri değerlendirmek isterler.

    buradan jack london'ın antropoloji okumaları yapmış olduğunu anlamak zor değil. oğlanlar buldukları iskeletlerin dişlerini sökmek isteyince onlara "siz tam bir yabanisiniz. baksanıza, insan dinlerini boynuna asma adeti de başlıyor. bir sonraki kuşakta da kulaklarınızla burnunuzu deldirip süs diye kemik veya deniz kabuğu takarsınız" der. şimdi buraya ilginç bir yazı ekliyorum. yazıdaki bir bölümün tercümesinde şöyle diyor:

    "mücevherat tarihi, bizden önce yaşayan insanlar hakkında bize çok şey anlatır. takı yapımı ve giyilen takıların her dönemi, o dönemin kültürel, ekonomik, sosyal ve hatta politik eğilimlerini yansıtır. uzun zaman önce yaşayan insanların çok az yazılı kaydına sahip olduğumuz için, mücevher gibi eserler, erken toplumların değerlerini ve sanatsal yeteneklerini anlamak için önemlidir."

    burada medeniyetler, insan davranışları, ilkel toplumlar ve onların sosyolojik yapıları üzerine kurgulanmış bir olay var. aslında oğlanların takı seçimi, bizlere insanoğlunun bilimden ve enformasyondan ayrı durunca birkaç nesilde nasıl ilkelleşebildiğini göstermekte.

    şimdi de buraya bakalım...

    "bize yiyecek getirenlere özgür insanlar derdin. ne şaka ama... yöneten sınıflar olarak bizler bütün toprakların, bütün makinelerin, her şeyin sahibiydik. yiyecek getirenlerse bizim kölelerimizdi. ellerindeki bütün yiyecekleri kendimize alır, aç kalmayıp çalışarak bize yiyecek getirmeye devam etsinler diye onlara azıcık bir şey verirdi."

    buraya baktığımız zaman jack london'ın sosyalist kimliğini görmekteyiz. zaten bu kendisinin de defaatla dile getirdiği bir gerçektir.

    salgından yalnızca insanlar etkilenmiyor. jack london, köpeklerin de bir çeşit alışma süreci yaşadıktan sonra kendi içlerindeki zayıf türleri yiyecek için öldürdüklerini anlatıyor. öyle görünüyor ki jack london bizlere doğal seçilim hakkında fikir sahibi olduğunu da göstermiş oluyor. ancak bu zaten bilinen bir şey. jack london, charles darwin'in teorilerine yabancı değildi. beyaz diş ve vahşetin çağrısı kitaplarında charles darwin'in düşüncelerini destekleyen nitelikle ifadeler mevcuttur.

    kitabın geçmişte yaşamış biri tarafından yazıldığı çok belli çünkü hava taşıtı olarak yalnızca zeplinlerden bahsediliyor. bununla birlikte, otomobiller az bulunan araçlar olarak anılmaya devam edilen araçlar arasında. london muhtemelen bugün sokakları otomobillerle dolup taşmış bir dünyayı hayal dahi edemedi. yolcu jetleri ise bambaşka bir hikaye...

    "insan eskiden beri metafizik olarak mutlak adalete inanır ama anlaşılan o ki evrende adalet diye bir şey yoktur."

    jack london, bunu hastalığa bağışıklığı olan kötü mizaçlı bir adamla tanıştıktan sonra söyler. buradan da anlıyoruz ki jack london bu dünyanın adil olmadığına inanıyordu. tabii bunda şaşıracak bir şey yok. daha önce de bahsetmiştik bundan. proleter bir yazar olan jack london'ın ilahi adalete inanmaması oldukça doğal.

    toparlayacak olursak; bu kitap jack london'ın uygarlığı, var olan düzeni, işçi ve burjuva kesimi kıyamet sonrası bir senaryoda çatıştırdığı incelikli bir kitaptır. verilen mesaj ise oldukça nettir.

    medeniyette güç bilgiyken, doğal hayatta fiziksel güç her şeydir.

    daha fazla jack london için:

    jack london - bir dilim biftek
    jack london - ateş yakmak
    jack london - bir kuzey macerası
    jack london - ölümcül dalgalar
    jack london - güneşe doğru
    jack london - deniz kurdu
    jack london - şampiyon
    jack london - kadın denen mucize
hesabın var mı? giriş yap