37 entry daha
  • ilk olarak 1912 yılında yayımlanan ve 1915 senesinde kitap olarak basılan bir jack london kitabı. buna ek olarak, daha sonraları "post-apocalyptic fiction" olarak anılacak olan ve dilimize kıyamet sonrası edebiyatı çevrilen türün ilk örneklerinden ve kurucu metinlerinden biridir. bizleri bir arada yaşatan şey uygarlıktır. o çökünce herkes kendisi için yaşamaya başlar. "kızıl veba" ise uygarlık ortadan kalktığında neler olabileceğine dair yazılmış alternatif bir senaryodur.

    bu kitap jack london'ın üst düzey işlerinden biridir ve onun neden büyük bir yazar olduğunun gerekçelerindendir. daha önceleri burada jack london'ın 1910 senesinden sonra iyi işler için çabalamayı bıraktığını söylemiştik. ancak bu ve bunun gibi birkaç kitabı daha, jack london'ın ölmeden önce son bir gayretle bıraktığı kaliteli işler arasına girmeyi başarır.

    kızıl veba gerçekten de çok katmanlı bir metin, bu yüzden burada kitabın özetini paylaşmak gibi bir gerzeklik yapmak istemiyorum. olay örgüsü hakkında kısa bir bilgi verip kitapta beni büyüleyen hususlara geçmek istiyorum.

    bütün kitap bir zamanlar her şeyin yolunda olduğu bir dünyada ingiliz edebiyatı profesörü olarak hayatını devam ettiren ancak daha sonra tüm dünyayı esir alan "kızıl veba" isimli hastalıktan bağışıklığı olduğu için sağ kurtulan profesör james howard smith isimli baş karakterin torunları ile arasında geçen birkaç saatten ibarettir.

    şimdi size göstermek istediğim ve benim ziyadesiyle ilgimi çeken bazı şeyler var. ilk olarak aşağıdaki alıntıyı okumanızı rica edeceğim.

    "ihtiyar lafları ağzında gevelemeye devam ederken uzun zamandır onun bu tür boşboğazlıklarına alışmış olan, ayrıca kullandığı sözcüklerin önemli bir kısmını da bilmeyen oğlan hiç aldırmadı. adamın kendi kendine konuşması devam ettikçe kullandığı dilin yapısının ve sözcük seçiminin giderek düzgünleştiği görülüyordu. oysa oğlanlara hitap ederken kullandığı dil, çoğunlukla onların kaba saba, basit diline benzemekteydi."

    jack london için edebi bir deha dememek çok zor. şu pasaja bakın, adam olası bir salgın durumunda eğitimin sekteye uğrayacağını, doğada hayatta kalmaya çalışan insanların geçmiş enformasyondan yoksun kalacağını, bu mahrum kalmanın dile ve daha genelde toplumun yapısına tesir edeceğini düşünmüş ve kurguya buna göre bir yol vermiş.

    şimdi size muazzam bir detay göstereceğim.

    kamp yerindeki çocuklar "kızıl" kelimesinin ne anlama geldiğini birbirlerine sorarlar. kelimenin ne anlama geldiğini öğrenince de neden kızıl kelimesi yerine kırmızı denilmediğini sorar. çocuklardan biri, "kırmızı, kırmızıdır. öyle değil mi?" diye homurdanır. daha sonra da "ne diye ukalalık yapıyorsun o zaman, ne diye kırmızıya kızıl diyorsun?" der. bir şeyin birden fazla adının olmasını veya aralarında ince farklar olan şeylerin dile getirilmesini saçma bulurlar. şimdi bu da bizi şöyle bir detaya götürüyor.

    ludwig wittgenstein bizlere "dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır" der. aynı şekilde barry sanders "öküzün a'sı" isimli kitabında bizlere saldırganlık ile yazılı kültür arasındaki ilişkiyi açıklar. bunu yaparken de okuma yazma oranlarını referans alır.

    "oğlanlar, yaban hayatın acımasızlığı dışında bir mizaha sahip olmayan gerçek yabanilerdi."

    bahsi geçen oğlanların mizah anlayışı bile değişmiştir. daha şiddet dolu şakalardan ve davranışlardan zevk almaya başlamışlardır. bununla birlikte, bu oğlanların dünyası da dil becerileriyle birlikte oldukça kısıtlıdır. itirazda bulunan bulunan çocuklar, her rengin yalnızca bir adı olması gerektiğini düşünmüştür. bu da onların dünyasının sınırlarının ne derece daralıp köreldiğini bizlere ispat gösterir. torunlardan biri tartışmanın ortasında "eğitim nedir?" diye sorar. o sırada orada bulunan torunlardan biri "kırmızıya kızıl demektir." diyerek bu soruyu soran kişiyi alaya alır.

    şimdi size ilginç bulduğum bir başka detaydan bahsetmek istiyorum. oğlanlar yeri kazarken tesadüf eseri üç kişinin kalıntılarını bulurlar ve bu iskeletleri değerlendirmek isterler.

    buradan jack london'ın antropoloji okumaları yapmış olduğunu anlamak zor değil. oğlanlar buldukları iskeletlerin dişlerini sökmek isteyince onlara "siz tam bir yabanisiniz. baksanıza, insan dinlerini boynuna asma adeti de başlıyor. bir sonraki kuşakta da kulaklarınızla burnunuzu deldirip süs diye kemik veya deniz kabuğu takarsınız" der. şimdi buraya ilginç bir yazı ekliyorum. yazıdaki bir bölümün tercümesinde şöyle diyor:

    "mücevherat tarihi, bizden önce yaşayan insanlar hakkında bize çok şey anlatır. takı yapımı ve giyilen takıların her dönemi, o dönemin kültürel, ekonomik, sosyal ve hatta politik eğilimlerini yansıtır. uzun zaman önce yaşayan insanların çok az yazılı kaydına sahip olduğumuz için, mücevher gibi eserler, erken toplumların değerlerini ve sanatsal yeteneklerini anlamak için önemlidir."

    burada medeniyetler, insan davranışları, ilkel toplumlar ve onların sosyolojik yapıları üzerine kurgulanmış bir olay var. aslında oğlanların takı seçimi, bizlere insanoğlunun bilimden ve enformasyondan ayrı durunca birkaç nesilde nasıl ilkelleşebildiğini göstermekte.

    şimdi de buraya bakalım...

    "bize yiyecek getirenlere özgür insanlar derdin. ne şaka ama... yöneten sınıflar olarak bizler bütün toprakların, bütün makinelerin, her şeyin sahibiydik. yiyecek getirenlerse bizim kölelerimizdi. ellerindeki bütün yiyecekleri kendimize alır, aç kalmayıp çalışarak bize yiyecek getirmeye devam etsinler diye onlara azıcık bir şey verirdi."

    buraya baktığımız zaman jack london'ın sosyalist kimliğini görmekteyiz. zaten bu kendisinin de defaatla dile getirdiği bir gerçektir.

    salgından yalnızca insanlar etkilenmiyor. jack london, köpeklerin de bir çeşit alışma süreci yaşadıktan sonra kendi içlerindeki zayıf türleri yiyecek için öldürdüklerini anlatıyor. öyle görünüyor ki jack london bizlere doğal seçilim hakkında fikir sahibi olduğunu da göstermiş oluyor. ancak bu zaten bilinen bir şey. jack london, charles darwin'in teorilerine yabancı değildi. beyaz diş ve vahşetin çağrısı kitaplarında charles darwin'in düşüncelerini destekleyen nitelikle ifadeler mevcuttur.

    kitabın geçmişte yaşamış biri tarafından yazıldığı çok belli çünkü hava taşıtı olarak yalnızca zeplinlerden bahsediliyor. bununla birlikte, otomobiller az bulunan araçlar olarak anılmaya devam edilen araçlar arasında. london muhtemelen bugün sokakları otomobillerle dolup taşmış bir dünyayı hayal dahi edemedi. yolcu jetleri ise bambaşka bir hikaye...

    "insan eskiden beri metafizik olarak mutlak adalete inanır ama anlaşılan o ki evrende adalet diye bir şey yoktur."

    jack london, bunu hastalığa bağışıklığı olan kötü mizaçlı bir adamla tanıştıktan sonra söyler. buradan da anlıyoruz ki jack london bu dünyanın adil olmadığına inanıyordu. tabii bunda şaşıracak bir şey yok. daha önce de bahsetmiştik bundan. proleter bir yazar olan jack london'ın ilahi adalete inanmaması oldukça doğal.

    toparlayacak olursak; bu kitap jack london'ın uygarlığı, var olan düzeni, işçi ve burjuva kesimi kıyamet sonrası bir senaryoda çatıştırdığı incelikli bir kitaptır. verilen mesaj ise oldukça nettir.

    medeniyette güç bilgiyken, doğal hayatta fiziksel güç her şeydir.

    daha fazla jack london için:

    jack london - bir dilim biftek
    jack london - ateş yakmak
    jack london - bir kuzey macerası
    jack london - ölümcül dalgalar
    jack london - güneşe doğru
    jack london - deniz kurdu
    jack london - şampiyon
    jack london - kadın denen mucize
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap