30 entry daha
  • 1900 senesinde yayımlanan bir jack london hikayesi; orijinal adıyla "an odyssey of the north".

    bu kitap her şeyden önce bir intikamın hikayesidir. ben ise bu entry'de olaylardan çok karakterlere odaklanacağım için spoiler korkusu olmadan sonuna kadar okuyabilirsiniz.

    "aklımızın almayacağı bazı şeyler vardır. adalet duygumuzu aşan şeyler. bu işin doğrusunu yanlışını biz söyleyemeyiz, bizim yargımız burada işlemez" der jack london. ancak kitabın sonu itibariyle bizleri "ölçüsüz adalet" üzerine düşünmeye iter. nasıl mı? gelin şu kitabı biraz inceleyelim.

    öncelikle kitap 1900 senesinde basılmış. yani jack london'ın hala iyi işler ortaya koymak için çabaladığı zamanlardan kalma. daha önce burada jack london'ın neden bir süre sonra çabalamayı bırakıp daha fabrikasyon işler yaptığını açıklamıştım. şimdi kitabı konuşmaya devam edelim.

    aleut adalarındaki akatan'da yaşayan kabile reisi naas, evlendiği gün karısı unga'yı denizden çıkıp gelen sarı saçlı beyaz bir adama kaptırır. daha sonra reisimiz olan biteni sineye çekemez ve eşini kaçıran beyaz adamın peşine düşer. adı axel gunderson olan bu beyaz adam hakkında biraz konuşmak istiyorum. bu karakter bizlere jack london'ın hakkında konuşmayı sevdiği maskulen tiplerdendir.

    axel gunderson'u bizlere "tanrıların artık onun gibisini yaratmayı unuttukları bir adam" olarak tanıtır.

    "daha önce de belirtildiği gibi, axel gunderson yaratılırken tanrılar kadim zamanlardaki maharetlerini hatırlamış, onu dünyanın ilk dönemlerinde doğan erkeklerin duruş ve davranış tarzlarını örnek alarak kalıba dökmüşlerdi. iki metre on üç santimlik boyuyla, bir eldorado tralı olduğunu belli eden akılda kalıcı kostümün içinde dalyan gibiydi. göğsü, boynu, kolları ve bacakları, bir devin organları gibiydi. kemik ve kas olarak toplamda yüz otuz kilo çeken cüssesini taşıyabilmek için diğer adamlarınkinden rahat bir metre büyük kar ayakkabıları giyiyordu. kırışık alnı, koca çenesi, kararlı ve açık mavi korkusuz gözleriyle yontulmamış yüzü, gücün yasasından başka bir kanın tanımayan birinin öyküsünü anlatıyordu."

    peki jack london burada tanrıların artık onun gibisini yaratmayı unuttukları bir adam derken neyi kastetmektedir? zannımca jack london burada yunan mitolojisine bir selam çakmakta. daha önce burada antik yunan dini üzerine bir yazı yazmıştım. yine aynı yazıda hesiodos'a göre insanın beş kuşağı vardı yok olan her kuşaktan sonra ortaya daha kalitesiz bir tane çıkıyordu. bahsettiğim yazıdaki ilgili kısmı buraya ekliyorum.

    hesiodos'a göre evrenin ve insanın yaratılmasından kendi zamanına kadar beş insan kuşağı ortaya çıkmıştır.

    1) tanrılar tarafından yaratılmış olan "altın kuşak" -bu kuşağın insanları tanrılar gibi hayat sürmüşler, ölünce de onların ruhları insanların koyucuları olmuştur.

    2) gümüş kuşak: bu kuşağa mensup olan insanlar, tahmin edilebileceği gibi birinciden daha kalitesiz ve akılsız olmuşlardır. -bu yüzden hep birbirlerine girmişlerdir ve ölünce de ruhları kendileriyle birlikte yok olmuştur.-

    3) tunç kuşağı: bunlar ikinci kuşaktan da daha akılsız, daha geçimsiz, daha kötü ve daha savaşçı çıkmışlardır. bunun sonucunda kendi aralarında sürekli bir kavga içinde olmuşlardır.

    4) tanrısal kahramanlar kuşağı: bu kuşağın insanları homeros'un destanlarına, şairlerin şiirlerine konu olmuş olan insanlardır.

    5) demir kuşağı: hesiodos ve onun da içinde yaşadığı dönemin insanlarının meydana getirdiği kuşak. bu insanlar kendilerinden öncekinden de daha kötü bir çağda yaşamaktadırlar.

    bana sorarsanız jack london axel gunderson için ya birinci nesli ya da dördüncü nesli örnek almıştır. ancak ben onun axel gunderson için birinci nesli referans aldığını düşünüyorum. jack london anlatılarında maskulen karakterler ağır basar. erkeklik ve sıkı çalışma sık sık vurgulanır. ancak bunun her zaman böyle olmadığını görüyoruz. jack london kimi zaman çok çalışmanın yıpratıcılığından bahsedip insanın makineleşmesini eleştirirken kimi zaman da çalışmanın erdemlerinden bahseder. bazen de her şeyi protesto ederek aylaklığı över.

    axel gunderson'dan yeterince bahsettik. şimdi de biraz naas ile unga hakkında konuşalım.

    naas hakkında karakterlerini konuştururken "adam yerli, kim bilir nerelerde bulunmuş, üstelik disiplinli ki bu bir yerli için alışılmadık bir durum." der jack london. bilen bilir, o zamanlar yerlileri aylaklık ile suçlamak oldukça modaydı. şu sıralar popüler olduğu için oradan bir örnek vereyim. jules payot'un irade eğitimi kitabının ilk sayfalarında da kızılderililerin yok olma sebebinin disiplinsizlik olduğu gibi bir iddia ile karşılaşırsınız. o dönemler disiplinli olmak yalnızca beyaz ırka has bir şey olarak görülüyordu. medeniyetin ve modernleştirmenin öncüsü onlardı ve kendi kendine yetemeyen ilkel halklara bunu öğretmeleri gerekiyordu. zaten bu "yerlileri adam etme" düşüncesi edebiyatta da sık sık karşımıza çıkıyordu. rudyard kipling isimli zat da 1899 senesinde bu düşünceyi "the white man's burden" isimli şiirinde işleyerek oldukça popülerleştirmişti.

    burada ilginç bir detay var. naas'ın da unga'nın da kanında beyaz adamın kanı vardır. ikisinin de ataları beyazlarla evlenmiştir. daha sonra bu soydan geriye yalnızca iki aile kalmıştır ve onların da son temsilcileri olarak naas ile unga kalmıştır.

    şimdi buradaki ilginçliğe değinelim. jack london, yerli karakterlerinin soyağacına beyaz atalar eklemeyi seviyor. bunu daha önce "kadın denen mucize" isimli hikayesinde görmüştük. o kitapta lakiskwee de duman'a "ikimiz de beyaz soyundanız, biz birbirimize aitiz" diyordu.

    peki neden?

    bana sorarsanız jack london o dönem ırk konusunda pekala diğer beyaz amerikalılar gibi düşünüyordu. onun fazla maskulen ve hatta siyasi bir tarafı olduğunu biliyoruz. bu yüzden safkan bir yerli ile safkan bir beyazın birlikteliğini içten içe kabul edilemez bir olay görüyordu ve bunu muhtemelen bir çeşit fantezi boyutunda dile getiriyordu.

    "çok uzaklara gittim, okuma yazma dahil çok şey öğrendim. bunları öğrenmem iyi olmuştu, çünkü unga'nın da bunları bildiğini düşündüm ve bir gün, vakti geldiğinde, biz... anlarsınız işte, vakti geldiğinde."

    buradaki detayı görebildiniz mi? ihtiyar jack yine aynı numarayı deniyor. dikkat ederseniz naas, muhatabı olan kadına hazır olabilmek için kendini geliştiriyor. aynı motivasyonu diğer pek çok jack london kitabında görmek mümkün. jack london tecrübesiz, toy ve temiz kalpli karakterleri alıp onları acımasız bir hayatın ortasına atıyor. bir yandan karaktere dayak yedirirken bir yandan da onu geliştirip güçlendiriyor. nihayetinde karakterimiz uçurumun kenarında dans edebilen görmüş geçirmiş bir kartala dönüşüyor.

    sonuç itibariyle bir kuzey macerası pek çok açıdan ilginç detaylar barındırıyor. gerek betimlemelerin güzelliği, gerek de konunun işlenişi bakımından birinci sınıf bir iş olarak karşımıza çıkıyor. bununla birlikte, jack london bu kitabında bizlere kadın, güç, intikam ve adalet üzerine sorular soruyor.

    insan ne zaman almalıdır? bu intikamı almak istese bile, nerede durmalıdır?

    daha fazla jack london için:

    jack london - güneşe doğru
    jack london - deniz kurdu
    jack lodndon - şampiyon
    jack london - kadın denen mucize
3 entry daha
hesabın var mı? giriş yap