• bir erkeği istediği durağa sağ salim ve kaygısız getiren güvenebileceği bir sığınaktır.
  • dilimizi böyle kelimeler yüzünden çok seviyorum. nefis bir emir kipi. oy-un. altını oyun, içini oyun, didikleyin. (burada parantez açıp muhammed isa aşkına, yattığım ranza aşkına bu kelime oradan gelmiyor diye düzeltmeyin rica ederim. iki dakka o bilinçli bağlantıyı tahayyül edip sevinmemin kime ne zararı var)

    ne diyordum, evet oy-un. sıkıcılıkla başa çıkmanın süper yolu. çocuklukla özdeşleştirilmesi çok anlaşılır. niye? çünkü çocuklar sıkıldıklarını bilir. benim mesela, dünya denen bu gezegendeki ilk 12-13 yılımda en çok duyduğum kalıpları sıklığına göre sıralayabilsem ilk sırada açık ara “sıkıcı can iyidir, kolay çıkmaz” kalıbı çıkar. günde 5 kez falan duyuyordum bunu. niye? çünkü “canım çooook sıkılıyor” diyordum hep. dikkat ettim çocuklar ne çok “canım sıkıldı, canım sıkılıyor, çok sıkıldım” diyorlar. oysa yetişkinlerden bu sıklıkta asla duymuyoruz bu şikayeti. yetişkinler sıkılmadıkları için mi? alakası yok. hatta bilakis, büyüdükçe pat pat pat yığılan sorumluluklar, üzerimizde devleşen toplum baskısı vs canımız çok çok daha fazla sıkılıyor aslında. ama büyümek belki de sıkılmaya alışmaktır. büyümek, can sıkıntısını omzundaki güneş lekesi gibi benimsemektir. arada bir omzunu çıplak görğnce aynada fark eder dudak bükersin ama 3 saniye sonra unutursun çünkü eline krem sürecek veya çamaşır katlayacak veya ayakkabı seçeceksindir. can sıkıntın derine işlemiş artık parçan olmuştur. çocukken ama niye canım sıkılıyor isyanın canlıdır hala, gölgen gibi ayaklarına yapışmış o karaltıdan çifteler atarak kurtulmaya çalışacak kadar toysundur.

    çocuklar o yüzden oyunlarını göstere göstere oynar, göstere göstere arar. ehlileştirilmiş can sıkıntısı çuvalları olarak böyle uysalca koltuğa çöreklenmez.
  • takip'te önüme düşünce, benim de yakın zaman önce aldığım bir not aklıma geldi hemen.

    “oyunun esası her zaman, kişisel ruhsal gerçeklik ile gerçek nesnelerin denetlenmesi deneyimi arasındaki etkileşimin istikrarsızlığıdır. büyünün kendisinin, yakın ilişkide, yani güvenilir bulunan bir ilişki içinde ortaya çıkan büyünün istikrarsızlığıdır bu.”

    (bkz: playing and reality)

    güvenilir bulunan bir ilişki içinde ortaya çıkan büyünün istikrarsızlığı... tanımın güzelliği karşısında sonraki satıra geçememiş kenara not almışım. ordaki istikrarsızlığın oyundaki asıl rahatlatıcı unsur olduğunu görmek mümkün. “rastgelelik” de derdim ben. dw winnicott'a, tek başına oynamak güvenilir bir ilişki kabul edilebilir mi, diye sormak da isterdim mesela. sonra, “zaman*, taşları ileri geri sürerek oynayan çocuktur.”* öğretisini büyünün istikrarsızlığı bağlamında yorumlamasını da isterdim. oyun hakkında uzun uzun konuşsun, ben de dinleyeyim isterdim.

    bu da bonus olsun madem.
  • insanlık tarihinden beridir kullandığımız bir metot.

    gamification olarak iş hayatına bile girmişliği, sonuç almışlığı var.

    oyunu hafife almayın.

    --- spoiler ---

    fakat, allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım.

    --- spoiler ---
    *

    ayrıca

    bülent ortaçgil - benimle oynar mısın?
  • kesinlikle hayat. her yas skalasinda farkli bir bolum hakimdir ve bu bolumleri gecmek icin caba gerekir.
  • hayat sınırların ötesinde ve sonsuz. tam bitti derken, başlamanın oyunu.
    tablo üzerindeki renklerin dalgalanıp durması gibi, ele avuca gelmeyen sevimli bir çocuk. ancak, yunus emre'mizin ''key çabük oynagıl utılmayasın, hevaya kibre sen tutılmayasın'' diye ifade ettiği gibi, oyunda kaybetmemek için heves ve kibre kapılmamalı.

    hayat oyunu; hiçbir lafa, söze kulak asmıyor sanki. yalnızca nasıl değil, neden yaptığımız ile ilgili daha çok. nasılını, zaten, nedenimize göre değerlendiriyor. içeriden, içeri ile alakadar. hiçbir göz, kendinde olmayanı göremez ya, hayatın gözü saf ve duru. ne kadar aşağıya inersek, bizi, o kadar yukarı çıkarıyor bu yüzden. hani çocuğun gözlerine bakmak için biraz eğilmek gerekiyor ya, onun gibi.

    bu çizgiden hiç ayrılmamayı başarabilmek için içeride sessizlik şart. hayat, bunca sesin ardında bütün gerçekliği ile sessiz. ve ilginçtir ki bu sessizlikte; tıkırtıların içinde, müziğin ritminde de mevcut. bir ağacın yaşam döngüsü nasılsa, öyle. hiç yoktan, hep vardan.

    önce topraktan, zaman ile minicik bir noktayken, dallanıp budaklanıp, sonra büküle büküle tekrar toprağa dönen, açılıp kapanan, dağılıp toparlanan, kendi aklına sahip, akla sığmayan bir çiçek. ya da vadinin üzerinde, bizim aklımız, kalbimiz ile beraber var olan, kendi kendine açılan bir tahta kapı. ki bu tahtadan kapıyı ne kadar açık ve geniş tutarsak vadinin içinden gelip geçenler, o kadar rahat ediyorlar.

    biz de böylece, o kadar rüzgar alıyoruz. o kadar renge kavuşup, o kadar misafiri konuk etmiş oluyoruz. bazı misafirlerimiz de bu duruma gülüp geçebilir ya da anlam veremeyebilir, elbette. biz, bir kapıdan öbürüne, kendi kalbimizden, olanı olduğu gibi bırakıp, geçerken üstelik.

    ama olsun ya da bırakalım olsun.
    bu da yalnızca vadideki bir oyun işte.
  • bir pelin esmer belgeseli.

    shakespeare'in "dünya büyük bir tiyatro sahnesi, bizler de oyuncularıyız" sözlerini hatırlatan bir girişle belgesel başlar ümmiye koçak'ın sesinden. sonra oyun yazımı aşamasında aristo'nun milattan önce ortaya koyduğu özdeşlemesinden katharsisine dramaturjinin esasları bir bir yeniden keşfedilirken pelin esmer muhtemelen zevkten dört köşe kayıttadır, gözlerinin önünden aristolar, sofoklesler, aristophanesler film şeridi gibi geçerken. tiyatroyu adeta yeniden icat ediyoruz 2500 yıl sonra. neden her antik kentinde kocaman bir açık hava tiyatrosu var ege'nin anlıyor, o antik tiyatroları yeni baştan inşa ediyoruz adeta. oyuncular arasında ego savaşları da çıktı ya, ölsem gam yemem artık. gerçekten çok acayip, çok fantastik bir belgesel. bence muhakkak izlenmeli.
  • 1905 tarihinde yayımlanan bir jack london kitabı.

    kadın, edebiyat ve şiddet; işte bunlar jack london'ın temel bileşenleri. bu kitap ise bir spor trajedisini işliyor. jack london'ın boks üzerine yazdığı dört hikayeden biridir aynı zamanda. ancak bu kitabı diğerlerinden ayıran faktör, yazarın kitabın baş karakterine layık gördüğü kaderdir.

    bildiğiniz üzere jack london, ziyadesiyle maskulen bir yazardır. gerek kendi döneminin gerçekleri, gerekse yetiştiği çevreden ötürü oldukça sert bir üslubu vardır. tabii jack'in karakterini de es geçmemek gerek. o bir boksör, işçi, sosyalist, denizci, gezgin ve yazardı. bu yüzden hayatı boyunca üzerine konuşacak ve yazacak çok şey buldu.

    daha önce bahsetmiştik; jack london 1910 senesinden sonra bir çiftliğe kapanmış ve ömrünün geri kalanında edebi olarak okuyucuları ve eleştirmenleri pek de tatmin etmeyen işler ortaya koymuştu. bu kitabı her ne kadar 1905 tarihli olsa da, beni tatmin edecek kadar derinlikli bir jack london metni -ne yazık ki- olamadı.

    kitabın konusu ise oldukça sıradan. jack london'ın yunan tanrılarından hallice bir vücut verdiği, basit düşünen ancak özgüveni yüksek bir boksör; eli erkek eline değmemiş bir işçi sınıfı güzeli ve bu ikisini bir araya getiren ancak nispeten maneviyattan yoksun olan kuru bir aşk. erkeğin gücü ve iradesi, kadının zayıflığı ve dürtüselliği üzerine bolca atıf. yine de bu kitabın baş kişisi boksör joe kendi erkekliğini genevieve ile, genevieve ise kendi kadınlığını joe ile tanımaya başlar. aralarındaki etkileşimin bundan daha öte bir şey olduğunu söylemek oldukça zor.

    buradaki aşk için maneviyattan uzak dememin sebebi ise jack'in bu aşkın dayanak noktalarını erkeğin gücü ve kadının güzelliği ile ilişkilendirmekte ısrarcı olması. yani ortada derinlikli bir aşktan ziyade darwinci bir tür doğal seçilim var. bununla birlikte sınıf çatışması üzerine söylemler de mevcut. zaten jack bu kitabında işçi sınıfını da eleştiriyor.

    sonuç olarak okunmaya değer bir jack london işi olduğunu düşünmüyorum. daha önce jack london'ın boks üzerine yazdığı hikayeler üzerine konuşmuştuk. bu serinin sonuna geldiğimiz için, yaşlı kurt jack'in boksör karakterlerine şöyle bir veda düzenlemekte sakınca yok.

    daha fazla jack london için:

    jack london - vahşetin çağrısı
    jack london - demiryolu serserileri
    jack london - denizin çağrısı
    jack london - iyi köpekler kötü köpekler ve kuzey toprakları
    jack london - bana göre hayatın anlamı
    jack london - kızıl veba
    jack london - bir dilim biftek
    jack london - ateş yakmak
    jack london - bir kuzey macerası
    jack london - ölümcül dalgalar
    jack london - güneşe doğru
    jack london - deniz kurdu
    jack london - şampiyon
    jack london - kadın denen mucize

    edit: linkler güncellendi.
  • not a joke, a game. i can make you guy believe anything. i can make you dance around like puppets.

    (bkz: orson scott card)
  • yeni başlıyor!
    zoru sevdiğimizden herhalde “hard” modda oynayacağız gibi görünüyor.
hesabın var mı? giriş yap